11 Aralık 2011 Pazar

Banu Avar'a inanalım mı?

Yaklaşık 3 yıldır daha çok göz önünde Banu Avar. Türkiye'de geniş kitlelerce tanınmasına, TRT 2'de yayınlanan “Sınırlar Arasında” isimli belgesel programında, ulusalcı ideolojiye dönük propaganda yapması ve akabinde TRT'den uzaklaştırılması vesile oldu. Şimdi ise Emin Çölaşan ile “kanka”.
Avar'ı pek yakından tanımayanlar, yahut daha evvel yazdığı yazıları, katıldığı programlardaki söylemlerini, çektiği “belgeselleri” ne yazık ki pek bilmiyorlar. Zira Avar'ın bir yazısı, yahut kısa bir sözü, belli kitleleri cezbetmeye kâfî. Popülist söylemlerini bir kenara bırakarak, biraz yakından bakalım yaptığı işlere.
Avar'ın her fırsatta dile getirdiği “Avrasyalı” olmak ifadesi, onun aslında yaptığı işlerin de belirleyicisi konumunda. Hazırladığı “Sınırlar Arasında”nın İsveç, Almanya ve Fransa bölümlerinde, bu ülkeler yaşanmayacak derecede kötü tasvir edilmekte. Anlattıkları kısmen doğru, zira ırkçılık Batı'da ne yazık ki artık “tabiat” haline gelmiş. Fakat anlattığı kadar kötü olmadığını yaşayarak tasdik etmekteyim.
Sorun tam olarak burada da değil. Aynı belgeselin Çin, İran, Rusya v.s. bölümlerinde ırkçılığa, soykırıma, ayrımcılığa v.s. dair tek bir ifade yok! Hatta Çin bölümünde devlet eliyle yapılan sansüre övgü bile var! Doğu Türkistan'da, Tibet'de uygulanan zulüm yok, İran'da, Azeriler başta olmak üzere, diğer milletlere uygulanan baskı yok, Rusya'da Çeçenistan diye bir yer sanki hiç olmadı...
Peki neden Avar Almanya, Fransa, İsveç'de ırkçı hareketleri dile getirirken, Rusya, İran ve Çin'de hiç bahsetmiyor?
Bunun cevabını, emekli MGK Sekreteri Tuncer Kılınç'ın şu sözlerinde aramak gerek sanırım:
“Türkiye'nin yeni birtakım arayışlar içinde olması kesinkes ihtiyaç.Bunun da en doğru yöntemi zannediyorum, Rusya Federasyonu ile birlikte, ABD'yi göz ardı etmeksizin mümkünse İran'ı da içerecek şekilde arayış içinde olunması."
Benzer açıklamaları,diğer Ergenekon sanıklarından da duymuştuk. Rusya, İran, Çin ile ittifak!
Rusya'nın Avrasyacılarından, Putin'in danışmanlarındanı Aleksandr Dugin ile de yakından alakalı olan Avar'ın sürekli bu yönde yayınlar yaparak neyi amaçladığı sorusu geliyor akla. Acaba “kulağına üflenen” birşeyler mi var? Ya da Dugin'in eski Rus İmparatorluk hayalleri ile bir alakası? O kadar kendinden geçiyor ki bazen, zaytung'da çıkan bir “haber”i gerçekmiş gibi rahatlıkla dile getirebiliyor. Hatta inandırıcı olmak adına, Belçika'da verdiği bir konferansta cumhuriyetin kurulduğu ilk yılları “asr-ı saadet” nevinde güzellemelerle anlatıyor, 1961'de yapılmış Devrim'in o yıllarda yapıldığını dile getirmekten çekinmiyor. Daha da ileri giderek, bir programda,Venezuella'da Chavez'in uyguladığı programın “Atatürk Modeli” olduğunu dahi iddia edebiliyor.
Avar tüm bunları yaparken peki onu izleyenler ne yapıyor? Düşünüyorlar mı?

26 Eylül 2010 Pazar

30 Ekim 2011 Pazar

Önder aynı yerdeyken “siz” neredeydiniz?

Duruşuyla, mücadelesiyle takdir ettiğim yazar, sinema eleştirmeni Ali Murat Güven'in “Sırrı Süreyya Önder hep aynı yerdeydi… Dejenere olup dansöz gibi kıvıran bizleriz!” yazısı ile hem şaşırdım hem de Güven'i -Hakan Albayrak gibi isimler ile beraber- “hak üzre sabit” duran birisi sandığım için hayal kırıklığına uğradım.


Sırrı Süreyya Önder'in ben de dahil birçoklarını ters köşeye yatırdığını kabul ediyorum. Özellikle de sosyalist bir kişiliğin mahallede ziyadesizle “kürt faşisti” addedilen bir parti bünyesine katılması son darbe olmuştur.


Önder hayatını İslam'ı referans alarak yaşamadığını dile getirmiştir. Haliyle onun kabul görülen manada “ihtida” etmesini ümit etmekte sakınca nedir, bilemiyorum. Ahmet Altan bir camiiye girdiği vakit hissettiği huzurun yanında, orada kendisini görenlerin duyduğu memnuniyetten bahsetmiş, kendilerine hiçbir fayda getirmeyeceği halde ateist bilinen birisinin ihtida ettiğini zannetmekle memnun olmaları karşısında duyduğu saygıyı dile getirmiştir.


Mühtediler sevilir. Yalan da söylese, hakikâten iman da etse sevilir. Hz. Ömer'in (r.a.) -mealen- “Bizi Allah ile kandıranlara dahi bile isteye kanarız.” demesi ve Müslüman olmayıp öyleymiş gibi yapan köleleri azad etmesi gibidir.


Yahut Mevlana'ya, “Şems'i Şam'da gördüm.” yalanını söyleyene kaftanınını hediye etmesi üzerine, birisinin “O adam sana yalan söyledi. Ne Şam'a gitti, ne Şems'i gördü.” demesine mukabil Mevlana Hazretleri'nin “Ben onun yalanına kaftanımı verdim. Hakikât olsa idi canımı verirdim.” demesindedir.


İhtida edilmesi ümidi bile insanları mutlu eder, karşılık beklemeksizin. Bir yalana dahi “tav olan” bizler, hakikaten böyle bir ihtimalin varlığına neden sevinmeyelim? Hem de gözümüzün önünde İsmet Özel dururken, “Neden olmasın?” demek çok mu uçuk olacaktır?


Rahmetli Yücel Çakmaklı'nın “Kuruluş” dizisinde bir sahnede erken çiçek açan ağaca ahmak deyiveren birisine, bir diğeri “Bu ağaç bahar müjdecisidir. Müjdeciler sevilir.” şeklindeki mukabelesini hatırlatmalı. “Müjde ümidi”nin de mi kıymeti yoktur?


Mahut yazıda Güven, Sırrı Süreyya Önder ile ortak özelliklerinin “vicdanın sesini kılavuz edinerek konuşmak” ve “ muhatabına merhametle muamele etmek” olduğunu belirtiyor. Arkasından ise Dücane Cündioğlu'nun hiç mi hiç manasını kavrayamadığı sözleri üzerine, Cündioğlu'nu “beyni sulanmış, İslamcı soslu filozof bozuntusu” olarak nitelendiriyor.

Cündioğlu, herkesin okuyabileceğini düşünmeden söylemiştir bu sözleri ve hatalıdır. Kendisinin “Tasavvuf kitaplarının neşri irşad değil ifsaddır.” sözünü unuttuğunu varsayıyorum, zira bu sözün manası bizatihi Güven'in takıldığı ifadelerle alakalıdır. Fakat bu yine de “muhatabına merhametle muamele etmek” midir, bilemiyorum. Linç edilerek katledilen Kaddafi'ye hakkını teslim eden birisinin Cündioğlu'nu bu kadar acımasızca eleştirmesini anlamak mümkün değil.


Bir başka “merhamet” örneğini yine aynı yazıda “Kafa Dengi” programına gösteriyor Güven ve aynen şunları söylüyor:

“ (...) İslâmî görünümlü sağcı-partizan televizyonların ekrana çıkartacak ağzı laf yapabilen “
kafa dengi” adamlar bulabilmek için çırpındığı, bulunca da konuk etmek için birbirlerini ezdikleri bir mahallede, ”

Güven'in İslamî hassasiyetlerle yapılmış samimi işlerin arkasında durduğunu, yer yer ilkokul müsameresi nahifliğindeki“Hür Adam” ve hatta “Nev York'da Beş Minare” filmlerinde görmüştük. Filmlere açıkça destek isteyen Güven'in Kafa Dengi'ni bu denli yermesini izahta güçlük çekiyorum, zira “kitsch” olması ise sıkıntı, Kafa Dengi'nin bu filmlerin hiçbirisinin yanına bu hususta yaklaşamayacağını belirtmeliyim. Çöplüğe dönmüş TV dünyasında çöp olmayan, fakat çöplükte olması hasebiyle -doğal olarak- çöp kokan bir yapımı “çöptür” diye nitelemek büyük haksızlık olacaktır.

Bir başka soru ise; bu ve benzeri samimi çabaları harcayan Güven'in ilginç bir şekilde Zekeriya Beyaz'ın da arz-ı endam ettiği ve ilginçtir, program boyunca en aklı başında konuşan kişi olduğu (varın gerisini siz düşünün) ,bir bölümünü izlediğim, “Ömer Çelakıl ile Hayatın Şifreleri” isimli absürt “islami soslu” programa danışman olmasını hangi tutarlılıkla(!) ele alacağız?


Yazıdaki gariplikler bunlarla da bitmiyor. Mahsun Kırmızıgül'ün iyi niyetli çekildiği belli, ancak epey kötü filmi “Nev York'da Beş Minare” övgüsüne rağmen “Kaplumbağalar da Uçar” ya da “Sarhoş Atlar Zamanı” gibi filmlerin yönetmeni Ghobadi'yi yerden yere vuruyor: “(...)uzun yıllardır batıda yaşayan, bu arada İran’a ve rejimine yoğun bir nefret besleyen Kürt asıllı İranlı yönetmen Bahman Ghobadî’ye bayılanlar da (bizleriz)…” Kürtlere zulmeden İran'ı eleştirmek yerine Ghobadi'yi eleştirmek hakkaniyete sığar mı?


Evet, yenildik. Yenilgiye vakar ile değil gurur ile mukabele ettik ve ikinci kez yenildik. Kazandığımızı sandığımız her zafer sonrası ise tevbe etmeyi bilemedik. Bunların temelinde her darbe (ya da Cündioğlu'nun kullandığı şekliyle “sadme”) sonrası üstünlük iddiasında olan bizler, içinde bulunduğumuz son buhranda, neden üstün olduğumuzu bilmeden üstünlük iddiasında bulunduk.


Her davayı ve her dava adamı sandığımızı “eğilip bükülmez, asla karşılaştığı fikirlerden etkilenmez” sanma hatasına düştük. Bu hem diyalektiğe, hem de fiziğe aykırıydı. Bilinçsizce idealize edilmiş davalar ve dava adamları hayal kırıklığımızı pekiştirdi.


Tüm bunların oluşmasında genç nesil tek suçlu mudur? “Bütün bu sefil manzara da İslâmî kesimi, evindeki ahlâkçı baskıdan bunalmış, karşısına çıkan ilk tatlı dilli sevgiliyle bohçasını toplayıp kaçan oynak bir kenar mahalle kızına benzetiyor.” ise eğer, İslami kesim bu “bunalım”a sürüklenirken siz nerede idiniz?


Kafa Dengi'ni hor görüp Beş Minare'ye hayran olurken, Önder'e lütuf ettiğiniz yapıcı eleştirilerinizden -sözgelimi- Cündioğlu'nu neden mahrum ettiniz?

Güven'in yazısı: (http://www.on5yirmi5.com/genc/yazar/ali-murat-guven/sirri-sureyya-onder-hep-ayni-yerdeydi.i36217.html)


27 Ekim 2011 Perşembe

“Muhteşem Yüzyıl”ın Mahremiyet Hırsızları

Teşhir edilen muğlak birlikteliklerin en büyük rizikoları, bilgisi olanların hepsinin ilişkinin mukadderatıyla ilgili kılmaktı. Yani fertleri cemiyete rezil eden bir alenilikti.” diyordu “Mahremiyet Hırsızı”nda Dilaver Sultanov.

Mahremiyet” mefhumuna tasallut eden belanın izahını tam manasıyla yapamasa da, Sultanov bir gedik açmıştı surda. ”Bestsellır” olamadı tabii.Kitabında iki tane “çakma” Mevlana özdeyişi, üç tane tasavvufcuk ekleseydi belki...

Ecdadını “selebriti” yapan bir neslin evladına yaraşır bir dizi çıktı bugün itibariyle. Her Allah'ın günü mahremiyeti iğdiş edilen yurdum insanı ilginç bir şekilde tepki gösterdi ve kerameti kendinden menkul “Ne yani,padişahlar mitoz bölünme ile mi çoğalıyor?” sorusunu dermeyan etti. Tabii, Osmanlı tek hücreli değil, tek hanedandı. Hani mahremiyet hırsızlığını geçin, mahremiyet gaspına ne lüzum vardır, onu bilemedik.

Haremin uyandırdığı “egzotik” çağrışımları oryantalist “gözlüğüyle”, iç gıcıklar bir yorumla sununca, cinselliğe “aç” dimağlarda acayip karşılık buldu. İşbilir yapımcıların “sex sells” kuralına binaen sunduğu bu lokma hemen “ham” yapıldı. Oryantalistlerin “sözlüğünde” de zaten egzotik, erotiğe tekabül eder. Bu gözlük ile bu sözlük başka nasıl okunurdu ki?

Diziler, erkekleri “serüven, hovardalık”, kadınları “zenginlik, şatafat” ile kıvama getirirken, her ikisini aynı anda “başkalarının mahremiyetine tecavüz” ile avlıyor. Zira dedikodu, gıybet gırla gidiyor!

Sabah itibariyle açılan aptal kutusunun gece yarısı kapanana değin kustukları bir dedektör ile ayıklanırsa ortaya bu garabetin izleri çıkacaktır. ”Dedikodunun dayanılmaz hafifliği” ile tanıdığı herkesin hayatına burnunu sokan yurdumun bir kısım insanı, hızını alamayıp ekranda gördüğünün de hayatına bir miktar burnunu sokmak suretiyle bu alananın “emekçilerine” ekmek sağlamaktadır.

Televole”ler ile voleyi vuran paparazzi alemine biz sadece “yapımda ve yayında emeği geçenlerin....” diye başlayan küfürler savurmakla yetindik, ötesine geçmeyi,bir “duruş” sergilemeyi akıl etmedik. Bize ne,değil mi ya? Aynı burunlar hayatını bizimkine soktuğunda farkına bile varamayacağız! Korkmayın, selebriti olmayacaksınız, ama o burunlar yine hayatınıza girecek.

Osmanlı ile husumeti varlık sebebi olan, ilkokulda dahi harf devrimini “kargacık,burgacık harflerden kurtulduk ayol!” mesabesinde izah eden Kemalistçiklere sormak isterdim; Atatürk'e yapılacak böylesi bir edepsizliği kaldırabilir miydiniz? Buna tecessüs bile ahlaksızlık değil midir?

Pis,zevk-ü sefa süren padişah” gördüklerinize dahi reva görmeyin. O bumerang gelir kafanızda patlar maazallah.

Memleketim islamcılık oynayanları müstesna mıdır? Haşa! Asıl taş onların başını yaracaktır. Kardeşinin ölü etini çiğnemenin keyfine mi vardılar acep?

Reytinge tövbe etmedikçe evlatlarını reyting tanrısına kurban edeceklerdir. Her put, her tanrılaştırılmış öge kurban ister. Reytingin kurbanı evlatlarınız!

Hasılı, tüm kutsallarına sövülen ekrana dönüp “Reyting öldü!” demedikçe sabah kadın programlarında evlatlarını arayanlar, öğlen “Yemekteyiz”lerde kutsal bildiğimiz ekmeğe kadar sövenler, akşam haberlerinde bol müzik mezesi eşliğinde sunulan sarhoş edici “haberler” ve arkasından asıl haz kaynağı “Mahremiyet Hırsızı” diziler bitmeyecek ve bu kanalizasyon akıp gidecek.

05.01.2011,Menemen