13 Şubat 2020 Perşembe

Kan gurubu, anemi, beslenme ve bir garip iddia – Aidin Salih, Bölüm 1

Sade Hayat diyorlar kendilerine. Önerileri zararlı şeylerden uzak durmak, sade bir hayat yaşamak, beslenmeye dikkat etmek. Merhume Aidin Salih hanımın öncülüğünde kurulmuş. Buraya kadar bir sıkıntı yok, aksine pek güzel görünüyor.

Çevremde çokça bu “alternatif tıp” usulleri konuşulduğu için bu hanımın ismini duymuş, fakat önemsememiştim. Lacivert’in son sayısında (Şubat 2020) bir söyleşide bahsi geçince merak edip inceledim. Söyleşinin kendisi başlı başına sıkıntı, ama şimdilik geçelim.

Salih’in “Gerçek Tıp” isimli kitabını bulup göz attım akabinde. Kitabı da parça parça inceleyip, anladığım, kafamın yatmadığı kısımları buradan paylaşmayı düşünüyorum. Kitap temelde yeni bir tıp anlayışı, yeme içme ve dahi yaşam biçimi teklif ediyor. İlaçlardan tedavi usullerine, nanoteknolojiden RFID’ye kadar birçok başlık, mevzu var. Beslenme boyutunda ise neredeyse her adımda kan guruplarına işaret edilmiş.

İlk yazının konusu da dolayısıyla kan gurubu ve beslenme ilişkisi olacak, zira Salih’in beslenme hususundaki iddialarının temeli bu ve sorunlar burada başlıyor.

Kan gurubuyla beslenme arasında ilişki olmadığına dair tıbbi birçok makale mevcut. İlgilisi açıp okuyabilir. Şurada iki özet var. (WebMD ve Harvard)

Aidin Salih’e dönersek… Vaktiyle Sıra Dışı programına konuk olmuş. Kan gurubu ile beslenme arasında kurduğu ilişkiye burada da değiniyor. Videonun tamamını ilgilisi izleyebilir. Yazıyı daha da uzatmamak için 8:22 ile 13:00 dakikaları arasındaki iddiaya dikkat çekmek istiyorum. Yoksa aslında çok “malzeme” var. Hepsini tek tek ele almak imkânsız.

Kan gurubu A olanlar (onu da saf A, yani AA ile A0 olarak ayırıyor) kırmızı et yememeli diyor. “İstatistiklere” göre Yahudiler, Türkler ve Ermeniler arasında anemi oranı %40 imiş ve yine “istatistiklere” göre bu milletlerin kan gurubu ekseriyetle A gurubuymuş. Kuran’da, Hz. Musa (as) ve kavmine manna (helva benzeri bir yiyecek) ile selva (bıldırcın eti) verildiği, dolayısıyla kavminin kan gurubunun A olduğunu iddia ediyor! Bununla kalmıyor, “mecburi A” diyor. Kan gurupları A olduğu için Allah onlara bu gıdaları yollamıştır yahut da bu gıdalarla beslendikleri için A olmuştur deyiveriyor!

Kitabının (Gerçek Tıp) 16. Sayfasında “Önce yemek, sonra meyve veya tatlı yenirse, meyve veya tatlı hazmını tamamlamak için bağırsağa geçemez, midede mayalanır veya çürür ve gaz oluşturur. Kuran-ı Kerim’de bu tertibe riayet edilmiş “… beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar” (Vakı’a 20, 21) buyurularak et meyveden sonra takdim edilmiştir. Yine: “Ve size manna ve selva indirdik” (Bakara 57). Burada da helva yani karbonhidrat (manna), bıldırcından yani proteinden (selva) önce gelir.” yazıyor!

Kan gurubu kısmına dönelim yine. Meselenin ilahiyatı ilgilendiren kısmı son derece çarpık göründü bendenize, fakat ehline bırakmayı yeğliyorum. İstatistik kısmına gelirsek… İddia üç kısımdan oluşuyor:

1-İsrail, Türkiye ve Ermenistan’da anemi oranları %40 “istatistiklere göre”.

2-Bu ülkenin insanlarının kan gurupları ekseriyetle A.

3-Bu ülke insanları A gurubu kan sahibi oldukları halde çok kırmızı et tüketiyorlar, hazımları bozuk olduğu için kan üretilmiyor, anemi oluyorlar.

Kan gurubuyla beslenme arasında ilişkiye dair kabul edilir bir çalışma yok, aksine, bu ikisi arasında bir ilişkinin olmadığına dair epeyce bilimsel literatür mevcut demiştik. Öte yandan iki şeyin eş zamanlı zuhuru birinin, diğerinin müsebbibi olduğu manasına da gelmez.

Buna rağmen, Salih’in (ve birçok başkaca ismin) iddiasının temellerinden birisi olan kan gurubu ile beslenme ve hastalıklar arasındaki ilişkiye dair şu iddiası üzerinden tek tek gidelim:

1-) Anemi konusunda istatistiklerini nereden aldığını bilmiyorum. Tek derli toplu bulabildiğim kaynak olan Dünya Sağlık Örgütü verilerine bakacağız. Türkiye için çeşitli yaş aralıklarında veriler değişiyor. 19-41 arası kadınlarda %40,1 görülüyor. Diğer guruplarda anemi oranı %20-25,7 arasında değişiyor. Ermenistan’da ise oranlar bölgeye ve yaş guruplarına göre %22,5-43,6 arasında değişiyor. İsrail’de %11,6- 31,6 arasında seyrediyor. Yani iddia edildiği gibi bir oran verinin bütününde mevcut değil. Öte yandan çok değişik anemi türleri mevcut. Yanlış anlamadıysam belirti aynı (yani hemoglobin oranı düşük) ancak sebep farklı. Verilerde sadece hemoglobin oranı mevcut.

2-) Peki kan guruplarının nüfusta oranı hangi düzeyde? Buna dair bir istatistik bulmak görece daha zor, zira tek bir veri tabanı değil çeşitli veri tabanlarından derleme mevcut. Wikipedia’daki derlemede yer alan kök bağlantılar incelenirse bir kısım verinin güncel olmadığı görülecektir. Başka veri de olmadığı için mecbur eldekilerle gideceğiz. Videoda Salih, A+ ile A- arasında bir ayrım yapmadığı için bütüne bakalım. Türkiye’de A gurubu %42,5 (A+ 37,8 ve A- 4,7), Ermenistan’da %50 (A+ 46,3 ve A- 3,7) ve İsrail’de ise %38 (A+ 34 ve A- 4). Yani Salih’in, bu milletlerde çoğunluğun kan gurubunun A olduğu (salt çoğunluk değil, diğer guruplara göre) iddiası doğru.

3-) Kırmızı et tüketim verilerine bakalım. Türkiye ve İsrail için direkt kırmızı eti tespit mümkün.


Ermenistan ise ne yazık ki sadece toplam veride görülebiliyor.

Görüleceği üzere İsrail’de oranlar çok yüksekken Türkiye ve Ermenistan’da pek düşük. Ermenistan’da A gurubu kan daha yaygın, et tüketimi daha düşük, ancak İsrail’e oranla anemi oranı çok daha yüksek.

Bu kıyası aşağıda listelenen ülkelerin kan gurubu oranı ve ilk grafikteki kırmızı et tüketimi ile birlikte şu bağlantıda tek tek her ülkenin anemi istatistiği ile kıyaslayabilirsiniz. Sözgelimi Arjantin’de kan gurubu A olanların oranı yüksek. Dünyada açık ara en çok kırmızı et tüketen ülke. Merkez Buenos Aires’te anemi oranı sadece %16,1. Az gelişmiş, dolayısıyla az et tüketilen Chaco bölgesindeyse aksine oranlar çok daha yüksek. Çocuklar arasında %60’ları buluyor! Keza diğer kırsal kesimler de aynı dertten mustarip.

A kan gurubu oranı ve et tüketimi yine çok yüksek olan Danimarka’da anemi oranları çok düşük. Örnekler çoğaltılabilir.

Kan gurubuyla beslenme arasında, dolayısıyla beslenme ile anemi arasında bir ilişki görüldüğü gibi yok. İlişkinin olmasının veya olmamasının birçok değişik sebebi olabilir ki normali de bunları tek tek inceleyip bir kanıya varmaktır. Salih’in iddiası böyle bir ilişkinin varlığı, hatta -haşa- Kelamullah’ta işaret edildiği olduğundan buradan ilerledik.

Öte yandan kan gurubu ile anemi ilişkisi hakkında ABD, İran, Hindistan ve Kamerun’da çeşitli araştırmalar mevcut. Fakat bunlarda da görüleceği üzere ilişki daha ziyade kadın-erkek veya kan gurubu 0 olanlar ve olmayanlar şeklinde tasnif ediliyor.

Yani yeknesak bir veri mevcut değil bu iddiayı destekleyecek. Dolayısıyla iddia tutarsız, temelsiz. Eğer Salih’in takipçileri, müntesipleri başka verilere, kaynaklara dayanıyorsa iddialarını ispat edecek bu verileri göstermelerini rica ediyorum. Tıp eğitimi almadığım için bir maddi hata varsa ehlinin düzeltmesinden memnuniyet duyarım.

Yanlış anlaşılmasın. Tüm iddiaları yalan, yanlış, tutarsız, faydasız değil. Tekil faydaları da olmuş olabilir. (Tabi işin plasebo boyutunu da mutlaka ele almalı.) Fakat kurduğu sebep sonuç ilişkisi, temel aldığı verilerin sıhhati, tekil hadiselerden genel geçer yargılara varması, kadim olanla (Kuranı Kerim) değişken olanı (tıp veya genel anlamda bilim) izah usulü hatalıdır, yanlıştır. Bilhassa usul konusuna bilahare, merhum Ahmet Yüksel Özemre’den alıntılarla açmaya inşallah devam edeceğiz.

(Yazının ikinci kısmı Salih’in “Gerçek Tıp” kitabından alıntılar üzerinden gidecek.)

Aachen, 14.02.2020

20 Ocak 2020 Pazartesi

Bir eleştirel düşünce eleştirisi

Başka ülkelerle bizi kıyaslayan sıralamaları seviyoruz. Müspet sıralamalar genelde kuşkuyla, menfi sıralamalar ise coşkuyla karşılanıyor. Ne kadar yergi varsa tuhaf biçimde o kadar alaka görüyor.

Son mevzumuz Spectator Index isimli twitter hesabının şu paylaşımı:

https://twitter.com/spectatorindex/status/1218910987232907264?s=19



Ünlü gurme Vedat Milor da alıntılayıp şu yorumla paylaştı:

https://twitter.com/vedatmilor/status/1218927360461955078?s=19

Eleştirel düşünce ya mevzu... Vedat Bey gibi okumuş, görmüş, geçirmiş birinden eleştirel yaklaşmasını, bu sıralamadaki tuhaflığı eleştirmesini bekliyor insan. Hiç değilse Suudi Arabistan nasıl oluyor da 27. sırada görünüyor da Türkiye 134. oluyor demeli, değil mi? Bu kadar donanımlı birisi dahi sormayınca hakikaten insan şüpheye düşüyor. Bizde gerçekten eleştirel düşünceye yer yok mu?

Eleştirel düşünceden muradın ne olduğunu tanımlamak gerek ama bu yazınını konusu bu değil. Müellifi de bunun altından kalkacak donanımda değil. Ehline bırakalım. Bu sıralamanın aslı nedir, neye dayanır, nereden elde edilmiştir, hülâsa ciddiye alınmalı mıdır, buna bakalım.

Kaynak olarak WEF ismi zikredilmiş, yani Dünya Ekonomik Forumu. Kurum her yıl ülkelerin rekabet gücünü tespit etmek için bir endeks hazırlıyor: Küresel Rekabet Endeksi. Burada çeşitli başlıklar altında toplanan verilerden hareketle her ülkenin bir diğeriyle rekabet gücü tespit ediliyor. 2019 raporunda ülkemiz 141 ülke içinde Kosta Rika’nın önünde, Güney Afrika’nın hemen arkasında 61. sırada. Geçen yıla göre hafif bir iyileşme tespit edilmiş.


Raporda çok farklı belirleyici etmenler mevcut. Her bir işaret ile tek tek ilgilenmek yerine sadece eleştirel düşünce kısmına bakalım. İnsan Kaynakları bölümünde (ki değerlendirmede hesaba dahil edilmemiş) geçiyor “eğitimde kritik düşünce” başlığı.


Peki bu veri nasıl elde edilmiş? İş adamlarına sorulmuş. “Ülkenizin eğitim tarzını nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna 1’den (ezberci, öğretmen merkezli) 7’ye (yaratıcı ve eleştirel bireysel düşünceyi teşvik edici) kadar puan vermeleri istenmiş.

Anketin ilk periyoduna Türkiye’den 80, ikincisinde ise 88 katılımcı yer almış. İkinci periyotta ilkinden katılımcı var mı, bilmiyorum.

Birçok ülkeden ortakla çalışarak bu verileri topluyor WEF. Türkiye’dense TÜSİAD Sabancı Üniversitesi Rekabet Forumu ile üç isim zikredilmiş: Coşkun Yağız Özyol, İzak Atiyas, Sezen Uğurlu Sum.

Şimdi, tekrar bir özetleyelim: WEF bir endeks yapıyor, eleştirel düşünce -genel sıralamanın değişmesine etkisi olmasa da- bir değişken olarak yer alıyor. Katılımcı iş adamlarına (ilk periyottakiler ikincide yer aldıysa asgari 88, almadıysa azami 168 kişi) eğitimin eleştirel düşünceye imkân sağlayıp sağlamadığı hakkında fikirleri soruluyor. Onların verdiği puana göre ülkeler sıralanıyor.

Buradaki tuhaflığa işaret etmeye normal şartlarda lüzum olmaz, ancak gördüğü itibar düşünülürse izah etmeye çalışalım.

Birincisi; eğitimin niteliği hakkında iş adamlarının şahsi fikirlerinin bir ülkenin eğitim kalitesi hakkında fikir vereceğine nasıl kanaat getirildi? Eğitim bilimi konusunda hangi yetkinliklerine binaen karar verici oldukları düşünüldü? Girişte eleştirel düşüncenin tanımlamanın bile bir mesele olduğuna değinmiştik. Sorunun muhataplarının eleştirel düşünce denince ne anladıklarıysa bahsi diğer.

İkincisi; bir ülkenin iş adamının puan verirken hangi saiklerle hareket ettiğini bilmememiz. Bu elbette sadece belli bir ajandayı takip ettikleri manasına gelmez. Fakat burada kendisi için belirlediği ölçünün ne olduğu mühim. Sadece şahsi hisleriyle, efendim ‘ben böyle düşünmüyorum’ demekle olmaz. (Alatlı’ya selam olsun)

Üçüncüsü; bir ülkede oy veren iş adamı, diğer ülkede verilen notları gözeterek, kıyaslayarak puan vermez. Hatta genelde diğer ülkelerin eğitim sistemi hakkında pek bir malumatı da olmaz. Dolayısıyla oyların tekil, sadece o ülke düşünülerek verilmesi, fakat sonucun bir diğer ülke ile kıyaslanması saçmadır.

Farz edelim bir Alman iş adamı not veriyor. Kendi ülkesindeki eğitimi beğenmiyor, ancak yine de tatmin edici buluyor. 7 üzerinden 3 veriyor. Eğitim kalitesinin görece düşük olduğu Mozambik’te bir iş adamı ise aksine eğitimden memnun ve 7 üzerinden 6 veriyor. Şimdi bu iki sonucu nasıl değerlendirmeli? Aynı nitelikte veri kabul edersek eğer Mozambik’te eğitimin Almanya’dan iyi olduğunu varsaymamız gerekir ki pek de isabetli bir tespit olmaz. Bu veri, sadece ilgili ülkelerdeki ilgili iş adamlarının şahsi memnuniyetine işaret eder. Hepsi bu. Alman iş adamı oy verirken Mozambik'teki eğitimi düşünüp, kıyaslayıp, oradaki iş adamının ne derece tatmin olduğunu hesaba katıp oy vermiyor. Keza Mozambikli iş adamı da böyle hareket ediyor.

Bu iki veriyi birbiri ile direkt kıyaslayıp eğitim niteliği üzerine yorum yapmak yanlış olur. Zaten öyle sanıyorum ki endeksi hazırlayanlar da bunu pek makul görmemiş olacaklar ki genel sıralamada bir belirteç olarak istifade etmemişler.

Peki bu bizde hiç sorun olmadığı anlamına mı geliyor? Asla! Hatta belki de bir tane tüviti, hem de bu kadar bariz biçimde akla yatkın olmamasına rağmen doğru kabul etmek, bunun üzerine düşünce üretip, çözüm inşa etmek pek de iyiye işaret etmiyor. Öte yandan bu endeksin bu hususta ciddiyetten uzak olmasına bakıp raporun bütününü görmezden gelmek yahut eleştirel düşünceye teşvik hususunda çaba göstermemek de büyük hata olur.

Yine de evvela eleştirel düşüncenin tam olarak ne olduğunu, bundan ne anladığımızı tanımlayalım derim.

Aachen, 20.01.2020


(Yok, ben sana inanmıyorum diyorsanız raporun tamamı şuradan okunabilir:
http://www3.weforum.org/docs/WEF_TheGlobalCompetitivenessReport2019.pdf)

5 Ocak 2019 Cumartesi

İktidarın Kültürü

Gündemi artık eskisi kadar meşgul etmiyor “kültürel iktidar” meselesi. Metin Akpınar’ın ifade vermeye çağırılması ile tekrar sorgulanır oldu. Kültür endüstrisinde muktedir kimdir, kimin elindedir, kimler burada at koşturabilir, kimler hangi sebeplerle dışlanır?.. Sorulacak çok soru var, fakat mevzunun özüne değinmekten sürekli imtina ediliyor.

Tanıl Bora “tahakküm” ile “hegemonya” arasında ayrıma bu konuda vurgu yapmıştı. Kabaca hegemonyanın kendi şartları içinde ilişkilerce şekillenen, doğal bir süreç olduğunu, buna karşın tahakkümün zor kullanarak icra edildiğini, bizim kültürel iktidar meselemizde buna atıfla solun kültürel hegemonyasından rahatsız olanların daha iyi kitaplar yazıp daha iyi filmler çekmesi gerektiğini söylüyordu. Bu kadar kolaydı!

Gerçekten “sağcılar” hep kötü kitaplar yazıp, kötü filmler mi çekiyorlar? Bir kitabın yazımından basımına, hatta sonra kitapçı raflarına yerleştirilmesinden reklamına kadar geçen süreçte herkes adil biçimde davranıyor, kitaplar nitelikleri nispetinde hak ettiği ölçüde muamele görüyorlar, öyle mi? Ticari kaygılar bir yana, pazarın büyük oyuncuları ideolojik kimliklerinden sıyrılmış biçimde ellerine geçen eserleri değerlendiriyorlar, öyle mi?

Sonra bunun fuarı var, tanıtım toplantıları, halkla ilişkiler tarafı var. Efendime söyleyeyim gazetelerde, TV’lerde kurulan “netvörkler” aracılığıyla yek diğerini pohpohlama var, değil mi? Başkasına alan kapatmak da erişilmesine mâni olmakla eş değer değil midir?

Bir ürünün çok tüketilmesinin, hegemonya kurmasının tek geçer sebebinin yüksek nitelik olmadığını anlamak güç olmasa gerek. Bugün çok izlenen filmler, çok okunan kitaplar, çok dinlenen şarkılar için kimse yüksek niteliğinden ötürü itibar görüyorlar demeyecektir. Elbette çok tüketilen her şey kötüdür demek değildir, fakat istisnalar kaideyi bu durumda da bozmuyor.

İfade hürriyeti gibi düşünmeli bu meseleyi de. Fikrin olabilir, bunu dile getirmekte hürsün, fakat o fikrin kimlere ulaşacağını belirleme kudreti sende değil. O kudreti elinde tutan her kimse (kişi, kurum, zümre vs.) onun vereceği kararlar doğrultusunda fikirlerin çok geniş kitlelere ulaşabilir. Ulaşması ile kabullenilmesi bambaşka şeyler, doğru. Fakat kabullenilebilmesi için evvela ulaşabilmek gerek.

Sinema ayrı bir alem. Bugün kültür ürünlerinin tüketilmesi de tam olarak bu ulaşılabilirlik ile ilgili. Almanya, ABD gibi ülkelerde yayın yapan Netflix, Prime Video vs. kaynaklarda Türkiye’den de içerikler var. Bunlar bu vesileyle ülke dışında da geniş kitlelere erişebiliyor. Peki bunların büyük kısmının aynı yapımcıların üretimi olması sadece nitelikle mi izah edilebilir? Berbat komedi filmleriyle dolu oysa. “Solcular” daha iyi filmler yaptıkları için mi tercih ediliyorlar buralarda? Yapımcının bağlantılarının tercihte etkisinin daha büyük olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Bizi geçelim. ABD’de mesela Harvey Weinstein skandalı patlak verene kadar sinema endüstrisinin büyük sanatçılarından hiçbiri kadınların istismar edildiğini bilmiyor muydu? O çok şanlı, siyasi iktidara pek muhalif aktörleri hatırlayın. Trump’a ettiği küfür ayakta alkışlanan De Niro gibi mesela. Bal gibi biliyorlardı! Endüstri içinde herkes kimin ne mal olduğunu çok iyi biliyordu. Peki niçin çıkıp hiçbiri “F*ck Trump!” dediği gibi “F*ck Weinstein!” dememişti? Miramax’ın başındaki adama bunu söylese endüstride tekrar kendine yer bulabilir miydi? Kariyeri aynı gün biterdi, zira çoklarının kariyeri böyle bitirilmişti. Yeni yeni “#metoo” hareketi ile seslerini duyurabiliyorlar.

Bugün siyasi fikrinden, konumundan bağımsız olarak hemen her “kültür üreticisi” bir iktidarın boyunduruğunu kabullenerek işini sürdürüyor. Sözde en muhalifi, en bağımsızı dahi iktidar odaklarını hedefe koyamayacak kadar çekinik kalem oynatıyor. Bu iktidar illa siyasi iktidar olmak zorunda değil dememe gerek yok sanırım. Başından beri anlatmaya çalıştığım üzere muktedir her kimse, o alanda iktidara boyun eğiliyor.

Bağımsız gazeteci, çalıştığı gazetenin bağlı olduğu holding hakkında tek satır yazamaz. Bağımsız yazar, kitabını yolladığı yayıncının karın tokluğuna, sigortasını doğru düzgün yatırmadan işçi çalıştırması hususunda kalem oynatamaz. Bağımsız sinemacı filminin festivallere ulaşmasını sağlayacak komitenin ağzının içine bakar, içeriğini ona göre uydurur. Bağımsız sanatçılar küratörlere ulaşmak, işlerini kabullendirmek için kırk takla atar. Tahakkümü altında olunmayan iktidarın muhalifi olmak kolaycılıktır. Hem şanına şan katar!

Buna da bu yüzden kültürel iktidar değil, iktidarın veya muktedirlerin kültürü denmelidir.
Aachen, 05.01.2019

31 Ocak 2018 Çarşamba

Algı sayıyı döver mi?

BBC Radio 4’te ünlü ekonomist Tim Harford’ın hazırlayıp sunduğu “More or Less” isimli şahane bir program var. İlgili bölüm yayınlanmadan önce haberlerde yer alan raporlar, istatistikler, kısaca içinde sayı geçen, ilginç, tuhaf, şüphe uyandırıcı ne varsa ele alıp irdeliyorlar. Bazen de Jane Austen’ın “Gurur ve Önyargı” romanından Bay Darcy’nin ne kadar zengin olduğunu hesaplamaya çalışıyorlar.

World Justice Project isimli kurumun hazırladığı “Hukukun Üstünlüğü Endeksi”ni okuyunca, Harford bunu görse herhalde oturup bu garip çalışmayı incelerdi diye düşündüm. Sonra Harford’dan rol çalıp incelemeye koyuldum.

Kurumun adını ilk defa duyuyorum. Proje direktörü ilginçtir, Afgan Cumhurbaşkanı Eşref Gani. 20 küsur “stratejik ortak” belirlemişler. Türkiye’den Türkiye Barolar Birliği var.

Sekiz farklı başlıkta ele almışlar. Hukuk terminolojisine hakim değilim. Dolayısıyla tercüme ederken yaptığım hatalardan dolayı şimdiden affoluna.

1-Hükümet gücünün sınırlandırılması (Constraints on Government Powers)
2-Yolsuzluğun olmaması (Absence of Corruption)
3-Açık (şeffaf) yönetim (Open Government)
4-Temel haklar (Fundamental Rights)
5-Asayiş ve güvenlik (Order & Security)
6-Hukuki düzenleme (Regulatory Enforcement)
7-Sivil adalet (Civil Justice)
8-Ceza hukuku (Criminal Justice)

Bu başlıklar altında çeşitli soruların olduğu (153 algı temelli, 191 ise tecrübeye dayalı soru) bir anket hazırlanmış. İlgili ülkede seçilen bir anket şirketi, ülkedeki üç büyük şehirden seçtiği yaklaşık bin kişi ile görüşüyor. Ayrıca ülkenin medeni hukuk, ticaret hukuku, ceza hukuku, toplum sağlığı vs. alanında uzman isimleri ile de ayrıca görüşülüyor ve iki veri birleştiriliyor. Hangi oranlarda olduğu da raporun metodoloji kısmında ayrıntılı biçimde anlatılmış. Tüm ülkelerde, toplamda 110 binden fazla “sıradan vatandaş” ve 3 binden fazla uzman ile görüşülmüş. “Sıradan vatandaş ve profesyonellerin, devletlerin ilgili kurumlarında yasal çerçevenin fiili işleyişi hakkındaki tecrübeleri ve algıları” derlenmiş bu anketler aracılığıyla.

Ülkenin şartlarına göre yüz yüze, telefonla veya internet üzerinden yapılmış görüşmeler. 52 ülkenin verisi 2017, 57 ülkenin verisi 2016, 3 ülkenin verisi 2014 ve bir ülkenin verisi 2011’de derlenmiş. Türkiye’de TNS Türkiye (TV reyting ölçümlerini yapan firma) aracılığıyla yüz yüze 1011 kişi ile 2016’da İstanbul, Ankara ve İzmir’de görüşülmüş.
Türkiye’den katkıda bulunan uzmanların listesi de mevcut raporda. Ayrıca anonim olarak katkıda bulunanlara atıf yapılmış.

Tamamını okumak isteyenleri şöyle alalım:

Buraya kadar anlattıklarım raporun hangi şartlarda hazırlandığının anlaşılması içindi. Gelelim raporun bizi ilgilendiren kısmına.

113 ülkenin listelendiği endekste Türkiye kendisine 101. sırada yer bulmuş. Türkiye coğrafi olarak “Doğu Avrupa ve Orta Asya” bölgesinde tasnif edilmiş. Aynı bölgedeki Arnavutluk, Beyaz Rusya, Bosna Hersek, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya, Moldova, Rusya, Sırbistan, Ukrayna ve Özbekistan’ın arkasında son sırada.

Dünya’da ise Myanmar, Nijerya, Sierra Leone, Zambiya, El Salvador, Çin, Burkina Faso ve daha birçok ülke Türkiye’nin önünde! Gelir grubuna göre yapılan sıralamada ise Orta Üst Gelir Grubu’nda, Venezuela’nın hemen önünde sondan ikinci sıradayız.
İşin komediden trajikomediye evirilmesi çok uzun sürmüyor, zira temel haklarda Afganistan’ın, asayiş ve güvenlikte ise Dünya’da en çok cinayet işlenen Honduras, El Salvador gibi ülkelerin arkasındayız. Öyle ki Uganda, G. Afrika, Kenya, Liberya, Zimbabve dahi daha güvenilir ülkelermiş endekse göre.

Tek partili, sivil toplumun sıfır olduğu, sansürün en alasının işlendiği, hür basının esamisinin okunmadığı, hükümetin hukuk önünde hesap vermesinin teklif dahi edilemediği Çin’de dahi bu kriterlerin toplandığı başlıkta (Constraints on Government Powers – Hükümetin kısıtlandırılması denebilir sanırım) durum Türkiye’den iyiymiş! Bu başlıkta da Türkiye’nin gerisinde sadece Zimbabve ve Venezuela var. Darbe hükümetiyle yönetilen Mısır, diktatörlüğün dik alası Özbekistan, bağımsızlığından bu yana tek adamın yönettiği Kazakistan ve daha birçok ülke Türkiye’den kat kat ilerdeymiş bu konuda!

Anket temelli araştırmalar bazen çok tuhaf sonuçlar verebiliyor, kabul. Buna benzer bir eğitim araştırması yapılmıştı yine anket temelli. Son derece saçma sonuçlar çıkmıştı. Tabi o zaman da şimdi olduğu gibi araştırmanın usulü incelenmeden sonuç üzerinden kabaca yorumlar yapılmış, ideolojik cephanelere mermiler taşınmıştı. Böylesi bir yaklaşımdan hayırhah bir netice çıkmasını beklemek saflık olur.

Fakat ortalama zekaya sahip, akıl sağlığı yerinde kim olsa bu araştırmada bir tuhaflık olduğunu sezerdi. Türkiye’de adalet sisteminin çok iyi işlediğini söylemek ne kadar saçmaysa, bu araştırma sonuçlarının güvenilir, inandırıcı olduğunu söylemek de o kadar saçmadır.

Üzerine söylenecek daha fazla söz yok sanırım. Seçilen şahıslardan derlenen “tecrübeler” ile onların “algılarının” ne kadar gerçeği yansıttığı ise sizin kararınız.

01.02.2018

Aachen

26 Şubat 2017 Pazar

Antipatik Empati

Takvimde boşluk bırakmamacasına her güne, her haftaya anma, kutlama vs. koyulmasını sevmesek de alıştık sanırım. İlkokulda yıllarca Yerli Malı Haftası’nın, Kabotaj Bayramı’nın vs. tarihini öğretirlerdi. Şimdi bile Google’a sormadan hatırlamam mümkün değil.

Tam bu günler hakkıyla eda edilemiyor derken imdadımıza İstanbul Büyükşehir Belediyesi Medya A.Ş. Genel Müdürü Yunus Göksu Bey yetiştiler. Sağ olsunlar, sayelerinde “Empati Haftası” diye bir anmanın olduğunu öğrendik. İnsan merak ediyor, acaba nasıl idrak ettik bu mühim haftayı diye. Şahsen hiç empati yapmayan, hatta empati diye bir kavramın, mütemadiyen izah edildiği biçimiyle var olduğunu dahi inkâr eden (“empati küfrü” var mıdır, araştıracağım) birisi olarak Yunus Bey’in eylemi karşısında “Örnek bir eylem olmuş!” notu düştüm.

Yunus Bey ne yapmış? Biz sıradan insanların, tebaanın metroya binerken çektiği çileyi idrak için aramıza karışmış. Yanlış okumadınız, her zamankinden farklı olarak arabası yerine metroya binmiş. Videoda verilen bilgi bu neticede, yoksa bendeniz hangi taşıt aracı ile seyahat ettiğini bilmiyordum zat-ı alilerinin.









Yani aslında zor değilmiş, metroya binince vazife ifa ediliyormuş. Eğer tabii farz-ı kifayedense bence başkaca eyleme lüzum kalmamıştır bundan sonra.

Acaba bu video nasıl hazırlandı? İBB Medya’da toplanıp karar mı alındı? “Beyin Fırtınası” mı yapılıp bu fikre varıldı? Yoksa Yunus Bey’in şahsi takdiri midir? Nihayet bu işe başlandı, çekildi, montajlandı, seslendirildi, hazırlanan video Youtube’a yüklendi. Tüm bu süreçte bir tek kişi dahi “Yahu biz ne yapıyoruz?” demedi mi? Tuhaf.

Her halükârda yapılan işin ne kadar saçma olduğuna (belki de gelen tepkiler neticesinde) kanaat getirilmiş ki mezkûr video yayından kaldırılmış. İyi de olmuş. Gerçi kalsaydı da insanlar neden bu kavramdan nefret ettiğimi anlasaydı daha iyi olur muydu acaba, bilemiyorum.















İBB’yi bu müthiş çalışmadan ötürü tebrik ediyorum. Özellikle de bunca halkçı söylemin bu kadar halktan kopuk biçimde temsil edilmesinin önünü nasıl açtığını, nasıl bu kadar yabancılaştıklarını da sorgulamaya vesile olur inşallah.

“Yabancılaşma ile empati bir arada yaşarlar çünkü!” derseler verecek cevabım yoktur. Başkasının halinden anlamak için merhamet, tevazu yeterdi. Bunu anlatmak için nezaket, zarafet de elzemdi. Gel gelelim tüm bu vasıflar terk edilmiş, nezahetten yoksun bir kavrama sığınma çabası, bu sakil görüntünün kekremsi tadı geriye kalmış.

Şahsileştirmeye, günah keçisi aramaya lüzum yoktur. Halkçılık iddiasındaki bir partinin halkı anlamak için izleyecek yolu buysa oturup düşünülmeli.

Sen yetkili bir abiye benziyorsun. De hele nasıl olacak?


Aachen, 26.02.2017

21 Şubat 2017 Salı

Recep İvedik Müdafaası

Filmin başlamasına yarım saat kala gişeye yetiştim. Alpeis’e iki bilet istedim. Filmin yönetmeni Lanthimos, bir önceki filmi Köpek Dişi (Kynodontas) ile “En İyi Yabancı Film Oscarı”na aday gösterilmişti. Dolayısıyla muhtemelen salon tıka basa dolu olacaktı. Şanslıydım, arkadaşımla bana yer vardı. İki bilet alıp film saatini bekledik. Kısa süre sonra gişedeki çalışan yanımıza gelip özür dileyerek filmi daha ufak salonda izlemek isteyip istemeyeceğimizi sordu. İndirim yapacaktı bunun için. Meğer ikimizden başka kimse bilet almamış. Salon kapatan görgüsüzler gibi oturup tek başımıza izledik filmi.

En son yine Jarmusch’un filmi Patterson’u izlerken bu anı hatırladım. İlk gösteriminde dahi salonda 6-7 kişi vardı. Benzeri vakaları çoğaltmak mümkün. Özel programlar dahilinde tek seferlik gösterilen nitelikli filmlerde bile salonların bomboş olduğuna defalarca şahit oldum. Aynı zamanda popüler, büyük bütçeli yapımların, büyük salonları tıka basa doldurduğu da vakidir.

Bu hadiseler Almanya’dan. Eminim, Türkiye’de durum farksızdır. Gişe verilerine bakıldığında başka ülkelerde de durumun benzer olduğu açıktır. Sanat filmlerinin eğlence amaçlı çekilen filmlerden çok izlendiği bir yer bilmiyorum.

Mesele tam da burada kilitleniyor zaten. Necip Türk matbuatının ve film endüstrisinin günah keçisi Recep İvedik’in başarısı, sinemanın gelişmesinin önündeki engel gibi gösteriliyor. Ah şu Recep İvedik olmasa Türk Sineması içindeki büyük potansiyeli ortaya çıkaracak, müthiş bir sıçrama gerçekleştirecek! Gerçekten öyle mi?

“Bizim büyük çaresizliğimiz”

Odyofiller, temiz ses “hastaları” ile konuştuğunuzda size yüksek nitelikli ses alabilmek için üç şeye dikkat etmeniz gerektiğini söylerler. İlki temiz, yüksek çözünürlüklü ses dosyası. İkincisi bu dosyayı güzelce oynatabilecek bir müzik çalar. Üçüncüsü ise bu sesin çıkacağı yüksek nitelikli kulaklık ya da hoparlör. Yani ses dosyası, oynatıcı ve çıkıştan herhangi birisi sıkıntılı ise netice genelde hüsranla sonuçlanır.

Fakat nitelikli ses müptelalarının sıklıkla ihmal ettikleri dördüncü nokta ise dinleyicinin kulağıdır! Eğer dinleyicide 24 bit FLAC ile 320 kbps mp3 arasında farkı ayırt edecek kulak yoksa bu üçünün mükemmel olmasının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Kimi zaman zaten var olması gerektiğini düşündükleri için, kimi zaman tipik odyofil kibrinden ötürü ihmal edilir bu dördüncü şart tartışmalarda.

Aynı durum sinema için de söz konusu. Sinefiller, sinema severler, bazen gerçekten öyle inandıkları için, bazense yukarıdakine benzer bir kibirle ortalama izleyiciyi ihmal ederler. Herkesin 6-7 saatlik deneysel filmlerin uzun, durağan planlarını ya da Sundance’de ödül almış yeni bağımsız filmi seyrederken zevk alması diye bir şart yoktur. Hatta sinemaya meraklı (bendeniz dahil) çokça kişinin dahi izlerken yorulduğu, zorlandığı filmleri sinemaya eğlenmek içen gidenlerin sevmesini beklemek çok safça bir davranış olur. Temel ayrım da burada. Sanat filmlerinin eğlence amaçlı yapılmadığını sıklıkla unutuyoruz.

Sinemacı taş mı yesin?

Peki Recep İvedik’in esasen sinema sektörüne faydalı olduğunu iddia etsek, abartmış olur muyuz? Sanmam.

Çok satan kitaplar yazan bir abimiz favori kitabımı sormuştu. Nispeten az satan bir kitabını daha çok beğendiğimi söylemiştim. O kitabın reklamı diğerleri kadar çok yapılmamıştı, muhtemelen bunun da etkisi olmuştur. Ayrıca kendine has tarzından farklı bir çalışmaydı. Çok satanları işaret edip -mealen- “Bunlar olmadan bu az satanları yazmam mümkün değil. Çok satanlarla geçimimizi sağlıyoruz” deyivermişti.

Sinema işletmecileri için de durum farksız. Geçimini bu sektörden sağlayanların Recep İvedik 5 duyurulunca nasıl mutlu olduklarını tahmin edebiliyorum. Düzenli film seyreden kitle sinemaya küserken işletmeciler yeni bir izleyici grubu elde ediyor bu filmlerle. Pahalı bilet fiyatlarına ek olarak 45-50 dakikayı bulan reklamlardan bıkan seyirci daha geç izleme pahasına sinemaya gitmekten imtina ediyor. Buna bir de yasal ya da yasadışı yollarla filmlere erişmenin eskiye nazaran kolaylaşmasını da ekleyebilirsiniz.

Yazının başında bahsettiğim sinema salonu boş geçen seansları finanse edebilmek için düzenli olarak partiler organize ediyor. Yanı sıra bar, kafe işleterek yine çarkları döndürmeye çalışıyorlar. Hatta bir dönem üniversitenin ders salonu sıkıntısı baş gösterince sabahları, sinemanın boş olduğu saatlerde salonlarını üniversiteye kiraya vermişlerdi.

Sadece sinema işletmecileri değil, oyuncular başta olmak üzere sektörün tamamına çok izlenen filmlerin katkısı yadsınamaz. Fırat Tanış’ın twitter hesabında paylaştığı bir tüvitte, Recep İvedik 5 yüzünden Scorsese’nin son filminin gösterilecek salon bulamadığı haberi yer alıyordu. Tanış çok yetenekli, hatta ülkedeki gerçekten iyi 10 aktör arasında ismini sayabilirim şahsen. Fakat rol aldığı bazı filmler (Olaylar Olaylar, Hep Yek, Guruldayan Kalpler, Öğrenci İşleri, Sürgün İnek, Devrimden Sonra, Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine, Yapışık Kardeşler, Geniş Aile Yapıştır, Geniş Aile 2 Her Türlü) düşünülünce Tanış’ın da aynı hikâyenin parçası olduğunu görmek mümkün. Bu filmlerle geçimini sağlıyor öyle zannediyorum ki. Aynı zamanda “Bir Zamanlar Anadolu’da” gibi yapımlarla da elinden neler geldiğini izleyiciye gösteriyor.

Mesele Recep değil, anlamadın mı?

Elbette sinemamızda üretkenlik sıkıntısı var. Anlatılacak onca hikâye var, fakat bunları perdeye yansıtacak şartlar henüz oluşmadı. Evet, Recep İvedik vasatın altında bir filmdir. Gülüp, eğlenip unutmak için vardır. Bunu da gayet iyi yapmaktadır. En azından Recep İvedik’in maksadının hasıl olduğu gişe rakamları ile ortada.

Bunlara bakıp sinemanın sıkıntılarını bir tek filme, hatta bir tek şahsa yüklemek kolaycılıktır. Hele izleyiciyi suçlamak ise düpedüz aşağılık kompleksidir. Neticede mesela Hollanda’da iyi işler yapılmasına İvedik’e rahmet okutacak New Kids serisinin tutması (Turbo, Nitro) mâni değildir. Berbat Michael Bay filmleri devasa bütçeli, çok kötü yapımlardır. Ancak ABD’de en çok izlenen filmler bunlar olsa da Hollywood hâlâ Dünya sinema pazarına hakimdir. Werner serisi animasyon filmlerin mizah kalitesi Alman mizahının bile altındadır, fakat Alman sinemasını bu filmlere bakarak ele almayız. Kore’de yapılan şahane filmlerin yanı sıra çok izlenen çok kötü filmler de vardır. Japon Sineması sadece Mizoguchi, Kurosawa, Kitano’dan ibaret değildir. Çok popüer, çok berbat yapımlar mevcuttur. Listeyi uzatmak mümkün.

Kısacası yönetmenlerin, sinema eleştirmenlerinin, oyuncuların ve dahi sinemaseverlerin artık kolaycılığa kaçmaması gerekir. Her yeni Recep İvedik filminde “geleneksel Türk Sineması’nı gömme” vazifelerini ifa etmek yerine daha iyi filmler yapmaya kafa yormalarını beklemek bir sinemasever olarak tek temennim.

Hem bakın, bendenizin favorisi Semih Kaplanoğlu’nun ha çıktı, ha çıkıyor diye epeydir beklediği Buğday filmi geliyormuş. Odaklanmak, enerjimizi sarf etmek için büyük fırsat!


Aachen, 21.02.2017

2 Şubat 2017 Perşembe

Yalan haberle mücadele mümkün müdür?

Donald Trump’ın başkan seçilmesine müteakip 35 Rus diplomatın sınır dışı edilmesini sadece Rusya-ABD ilişkileri açısından ele almak eksik olacaktır. Trump’ın çeşitli mecralarda dile getirdiği üzere göreve başladıktan sonra dış politikada çeşitli değişiklikler yapması bekleniyor. Keza Rusya da ABD’li diplomatları “persona non grata” ilan etmekte acele etmeyip Trump’ın işbaşı yapmasını bekleyeceğini ilan etmişti. Fakat tartışmaların göbeğindeki asıl mesele ise ülkemizde yeterince ilgi görmedi. Seçmenlerin sahte haberlerle yönlendirildiği iddiası ve etrafında şekillenen “yalan haber” tartışmaları, Trump’ın CNN muhabirini basın toplantısında terslemesiyle doruğa ulaştı. Yakında yapılması muhtemel anayasa değişikliği referandumu öncesi bu mesele bizi de yakından ilgilendiriyor.

Yakında seçimlerin yapılacağı Avrupa ülkelerinde telaşa neden olan yönlendirici yalan haberlerle mücadele için çeşitli yasal düzenlemeler ilgili ülkelerin meclislerinden geçti. Almanya’da sosyal ağlarda çıkacak yalan haberin kaldırılmaması halinde 500 bin avroya kadar ilgili ağa ceza verilmesi mümkün olacak. İhbar edilen yalan haber “bağımsız bir kurum” tarafından değerlendirilip haberin çıktığı ağa yirmi dört saat içerisinde kaldırılması ya da yalan olduğuna dair işaret eklenmesi zaruri hale getiriliyor. Facebook sözgelimi işaretlemenin yanı sıra ilgili haberi zaman tünelinde otomatik olarak alt sıralara iten bir algoritma hazırladığını duyurdu.

Öte yandan bu mekanizmanın yetki sınırı da tartışmaları beraberinde getiriyor. Engellenen ya da kaldırılan içeriğin doğruluğunu tespitin nasıl yapılacağı bir yana, sansüre, hatta bilinçli manipülasyona kadar çokça istismara müsait bir durum ile karşı karşıyayız. Sosyal ağların içerik kaldırma, kullanıcı engelleme ya da kullanıcı bilgilerini paylaşmada gözettiği seçicilik zaten hali hazırda sıkıntı teşkil ediyor. Türkiye’den içerik kaldırılması için başvuran birinin gördüğü muamele ABD’den başvuranınki ile aynı olmayabiliyor. Aynı durum mesela farklı devletler için de geçerli olmaya devam edecek mi veya sosyal ağlar bu kurumları ne derece muhatap alacak, bilinmez.

Hangi “yalan haber”?

Tam da bu noktada meselenin tanımlanmasındaki güçlük çözüm üretmeyi de zorlaştırıyor. Karanlıkta fil tarifi gibi bir yalan haber tanımı söz konusu. Kasıtlı biçimde yalan haber yapma (dezenformasyon), istemeden hatalı haber girme, bilinçli olarak haberin bir kısmını örterek yanlış yönlendirme (misenformasyon), eğlence amaçlı yapılan “haberler” gibi çeşitli başlıklarda değerlendirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla “yalan haber” denildiğine neye işaret ettiği kişiden kişiye değişebiliyor. Trump için CNN yalan haber olurken, meşhur komplo teorisyeni Alex Jones’a göre ise ülkesinin en meşhur gazeteleri New York Times ve Washington Post ilk sırada yer alıyor. Yine ABD özelinde ele alırsak eğer demokrat bir seçmen için Fox News “yalan haber” kaynağı olarak görülebilir.

Ana akım yayın organlarında çıkan yalan haberlerin geçmişi yüzlerce yıl öncesine uzanıyor. En meşhuru hiç kuşkusuz iki yayın devi Hearst ve Pulitzer’in 1898’de ABD’yi İspanya ile savaşmaya sürükleyen sansasyonel haber zinciri. Bu dezenformasyondan istifade edip ülkesinin “gücünü test etmek” isteyen Roosevelt, belki de tarihin en anlamsız savaşlarından birine sokmuştu ülkesini.

Propagandanın yalan haber üretiminde yeri

Savaş söz konusu olduğunda ABD medyasının sicili hiç de temiz değildir. Hearst ve Pulitzer’in başlattığı bu geleneğin izi bugüne kadar sürülebilir. Birinci Körfez Savaşı öncesinde, savaşı meşru kılmak için petrol içinde yüzen karabatak videoları servis edilmişti. Başka dönemde, başka bir yerde çekilen bu görüntüler ile propaganda yapılmıştı. Yine aynı dönemde, sonradan Kuveyt’in ABD büyükelçisinin kızı olduğu ortaya çıkan Nayirah’ın ifadesini hatırlayalım. 15 yaşındaki Nayirah, Kuveyt’te Irak askerlerinin bebekleri kuvözlerden alıp yere attığı da dahil olmak üzere İnsan Hakları Komisyonu’nda çeşitli iddialarda bulunmuş, bunlardan işgal için propaganda malzemesi olarak istifade edilmişti. 1990’da vuku bulan propaganda 2003’te de yine devam etmiş, kitle imha silahları yalanı ile Irak’ın ikinci defa işgaline zemin hazırlanmıştı.

Burada basının sadece “medyum”, yani ortada olan, aracı, medya görevi üstlendiği iddia edilebilir, fakat haberin doğruluğunu teyit etmeden aktarmak propagandayı yaymaktan başka bir şey değildir. Savaş dönemlerinde sıkça görülen bu tipte propagandaların yeri, amacı ve uygulanış biçimi diğer zamanlara göre daha kapsamlı, fakat daha basit ve barizdir.

Modern “yalancı çoban”

Haber kaynağı ile tüketici arasında güven tesis edilmesi yalan haberlerle mücadele için bir usul olarak görülebilir, ancak bu tipte bir ilişkinin tesisine mani çokça sebep sayılabilir. İlgili medya kuruluşunun angajmanları, siyasi duruşu, mensup olduğu şirketler ya da yayın grubunun çıkarları, ülkelerindeki hükümetlerle, sermaye gruplarıyla ilişki biçimleri ve daha başka bir çok nedenden ötürü her tüketicide aynı şekilde güven tesis etmesi mümkün değildir.

Eğer tam da bu çıkarlarla çatıştığı için tüketiciyi yanlış bilgilendirme vaki olmuşsa mevzu tam bir yalancı çoban hikayesine evrilir ki “sürüyü kurt kapana” kadar kimsenin itibar etmemesi beklenir. Klasik hikayede tecessüm eden bu hal, modern “yalancı çoban” hikayesinde ne yazık ki geçerli değildir, zira haberi üreten kadar tüketenin de Dünya görüşü tüketimde devamlılığı belirleyici en mühim etmendir. Defalarca bile isteye yalan haber yaptığı kanıtlanan haber kaynaklarına gösterilen itibarın izahı başka türlü mümkün görünmüyor. Öyle ki; defalarca yalan haberlere inandığı için yazıları düzeltilmek zorunda kalan, Batı’nın yaşayan en büyük düşünürleri arasında zikredilen Zizek dahi Türkiye’nin resmen DAEŞ’i ülke olarak tanıdığını iddia edebiliyor. Muhtemelen aynı kaynaklardan beslenmeye devam ediyor Zizek, bu konuda ne kadar çuvallamış olsa da.

“Seyirci bunu istiyor!”

Haberlerin sansasyonel, eğlenceli, çarpıcı, merak uyandırıcı şekilde olması tüketiciyi daha çok tüketmeye, daha çok paylaşmaya itiyor. “Sarı gazetecilik” ya da “bulvar gazeteciliği” diye tabir edilen bu usulü tatbik edilip üstüne bir de yalan içerikle sunulursa ne olur?

ABD’de tam da bunu meslek haline getiren “Disinfo Media”nın da kurucusu Justin Collar, internette -bizde de benzerleri olan- mizah amaçlı yalan haberler yayınlayan bir site kuruyor başta. Sitenin başarısına müteakip içerik olarak yalan, form olaraksa epeyce ciddi başkaca siteler kuruyor. Bu siteleri başta eğlence amaçlı kuran Collar, bilhassa son seçim döneminde reklam gelirleri ile muazzam kâr elde ettiğini gizlemediği NPR haberinde sırf bu “haberleri” yazması için 20-25 civarında kişiyi istihdam ettiğini itiraf ediyor. Colorado’da devletin ihtiyaç sahiplerine dağıttığı yemek fişleri ile esrar alındığından tutun (bu haber FOX News’de dahi yayınlanmıştı) Clinton’ın e-posta skandalını ifşa eden FBI ajanının evinde ölü bulunduğuna kadar Demokratlar aleyhinde çokça yalan habere imza atmış Collar’ın siteleri. İşin ilginci, perde gerisinde kalmayı seven Collar aslında bir Demokratik Parti üyesi. Collar bu tipte yalan haberleri bilinçli olarak yapıp, akabinde haberin aslını servis ederek haberi gerçek zanneden Cumhuriyetçi seçmen ile dalga geçmeyi, bu şekilde kredibilitelerini düşürmeyi amaçladığını söylüyor. Fakat sanılanın aksine yapılan yalan haberlerin etkisi ABD sınırlarını kolaylıkla aşarken doğrusunu ulaştırmak, mevcut yalanı ortadan kaldırmak kadar kolay olmuyor.

Collar’ın röportajında Trump’ın başkan seçilmesiyle, insanların duymak isteyeceği şeyleri söyleyerek para kazanmanın kolaylaştığına işaret etmesi belki de en çarpıcı nokta idi. Bu tipte içeriklerin hızlıca yayılmasında sosyal ağların payı yadsınamaz. PEW araştırmasına göre ABD’de seçmenlerin yaklaşık %66’sı haber kaynakları arasında Facebook’u zikrediyor. Almanya’nın sosyal ağlara mezkur yaptırımları uygulamasında bir gerekçe de bu ağların erişiminin yer yer geleneksel medyadan daha kapsamlı olması muhtemeldir. Sorumluyu tespit geleneksel medyada ne kadar kolaysa sosyal medyada o kadar zordur.

Yarım bilgi iktidardan eder mi?

İnsanın bilgiyle temas biçimi yıllar içinde çeşitli değişikliklere uğradı. Eskiden okuma bilmemek bilgiye ulaşma önünde en büyük engeldi. Bu büyük ölçüde aşıldı. Sonrasında bilginin yayılmasının hızı arttıkça teyit etmek güçleştiği gibi enformasyona boğulan insanın doğru olanı seçmesi yorucu bir iş haline geldi. Hızlıca tüketmek, derinliğe olan “ihtiyacı” azalttı. Eldeki imkanların arzu edildiğine, istenilen mesele hakkında ayrıntılı araştırma yapabileceği hissi sunması tüketiciyi fazlasıyla rahatlatıyor sanırım.

Nieztsche, yarım yamalak, yüzeysel bilginin derinlikli bilgiye karşı sürekli galebe çalacağını iddia eder, zira yüzeysel bilgi olayları, varlığı olduğundan daha basit haliyle tanır. Dolayısıyla oluşturduğu fikir daha anlaşılır, daha ikna edicidir. Bulvar gazeteciliğinin, yalan haberlerin başarısı bu iddiayı teyit eder niteliktedir. Yarım doktorun candan etmesi misali yarım bilgi de iktidardan edecek midir Avrupalı siyasileri, yakında göreceğiz.