10 Temmuz 2013 Çarşamba

Otuz Üç



Sayılara kıymet atfetmenin yabancısı değiliz. Ebcet hesabıyla çocuklara isim bulur, yıldızname bakar, tarih düşürürüz. Yine belli sayılarda edilen duanın yahut okunan surenin daha makbul olduğuna yönelik yaygın inanış mevcuttur. Sadece bizde değil, Kabbala’da, Okültist hareketlerde sayıların her birisi ayrı mana taşır. Bu sayılardan 11, 13, 22 ve 33’ün yeri ise ayrıdır. Özellikle 33 sayısı çokça komplo ile de beraber anılacak, haklı bir üne sahiptir.

Peki, bu sayının şöhreti nereden gelmektedir ve bizi neden ilgilendirir? Hristiyanlık için 33’ün çeşitli anlamları vardır. Hz. İsa’nın 33 yaşında vefat ettiğine inanılır. İsa Aleyhisselam’ın bilinen mucize sayısının yine 33 olduğu kabul edilir. Tarihte en kısa süre görev yapan Papa, I.  Jean Paul 33 gün papalık yapmış, tuhaf bir şekilde yatağında ölü bulunmuştur. Barcelona’daki Gaudi’nin opus magnum’u Sagrada Família katedralinin kapısındaki kitabedeki sayıların toplamı da garip bir şekilde 33 yapıyor. 

İlginçtir, Gaudi’nin mason olduğuna yönelik de epeyce iddia var. Malum, İskoç Riti’nde ulaşılabilecek en yüksek mertebe 33. Derece. 



Yahudilik’de ise 33 yine farklı bir anlam taşıyor. Genesis (Yaratılış) kısmında Elohim (Tanrı) ismi 33 defa zikrediliyor. Yahudiler’in –sonradan- büyük bayramlarından olan Lag B’Omer da Yahudi takviminin Omer periyodunun 33. günü kutlanır. İlginç olanı, Rabay Şimon Bar Yoşai’nin ölümüdür kutlanan(!) Peki, bu adamı sıra dışı kılan nedir? Kabbala’nın mühim eserlerinden Zohar’ın Yoşai tarafından o günde kaleme alındığına ve akabinde öldüğüne inanılır. Kitlesel anlamda Kabbala eğitimi veren ilk Yahudi âlimi de yine Yoşai'dir. Yoşai’nin büyük veba salgını esnasında (kimi kaynaklara göre ise Roma İmparatorluğu’na karşı girişilen mücadele sebebiyle) 24 bin öğrencisinin öldüğüne, kendisinin ve oğlunun bir mağaraya sığındığına ve bu mağarada bir keçiboynuzu ağacından beslenerek yaşadığına inanılır. Vebanın 33 gün içinde bittiği varsayılır.

İlginçtir, “Lag” kelimesini oluşturan harflerden “Lamed”in sayı değeri 30, “Gimel”in sayı değeri ise 3’dür. Ebcet’de de “Lam” 30’a, “Cim” ise 3’e tekabül eder. Toplamı 33!

Kabbala’nın en önemli simgesi Sefirot (hayat ağacı benzeri) üzerinde 22 yol, 32 farklı birleşim vardır. 33 ise erişilecek olandır, Sefirot’da görünmez.

Bize gelirsek eğer… Hepimizin bildiği üzere tespihlerimiz 33’lüdür. Bediüzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur külliyatının Lemalar, Sözler ve Mektubat eserlerinin her birinin 33 bölümü mevcuttur. Cennet ehlinin 33 yaşında olacağı da İmam Gazali’nin İhya’sında mevcuttur.

Bunlara eklenecek çokça başka temsil vardır. Fakat bu sayıların Türkiye’nin gündemine ciddi anlamda girişi ne yazık ki 1993’ün felaketlerle dolu günlerinde olmuştur. 93 senesinin felaketlerini hatırlarsak eğer, o dönemin aslında –bir çeşit- darbe olduğunu daha iyi idrak edebiliriz.

Hafızalarımızı tazeleyelim ve 93 senesinde neler olup bittiğine şöyle bir bakalım.
24 Ocak’ta Uğur Mumcu’ya suikast düzenlendi. Dört gün sonra ise Jak Kamhi’ye yönelik –epeyce meçhul- bir suikast girişimi oldu. 5 Şubat’ta Adnan Kahveci tuhaf bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. 17 Şubat’ta ise çok daha tuhaf bir kazada Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis şehit düştü. 6 Mart’ta Dev-Sol’un simge isimlerinden Bedri Yağan infaz edildi. 17 Nisan’da, hâlâ daha nedeni belirlenemeyen bir sebepten ötürü Turgut Özal vefat etti. 16 Mayıs’ta ise yerine Süleyman Demirel 9. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. 24 Mayıs’ta Bingöl-Elazığ yolunda kurulan pusuda 33 er şehit edildi. 17 Haziran’da Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’e darbe yapıldı. 2 Temmuz’da Sivas’ta Madımak Oteli katliamı gerçekleşti. Hemen üç gün sonra, 5 Temmuz’da Erzincan’ın Başbağlar köyünde katliam gerçekleştirildi. 22 Ekim’de Tuğgeneral Bahtiyar Aydın şehit oldu. Kimilerince infaz edildi, kimilerince ise PKK tarafından öldürüldüğü iddia edildi. 25 Ekim’de, Erzurum’un Çat ilçesine bağlı Yavi köyünü basan “kimliği belirsiz kişiler” 35 kişiyi (çeşitli kaynaklarda 33 ve 38 de geçiyor) katletti. 4 Kasım’da ise bir başka kilit isim, Cem Ersever infaz edildi. 14 Ocak 1994’de Behçet Cantürk’ün infaz edilmesi de bu “sürecin” bir parçası.

Peki, tüm bu olaylarda 33 nerede? 24 Mayıs’ta gerçekleşen infazda, silahsız ve korumasız 33 erin infaz edildiğini belirtmiştik. Bu olayın vuku bulmasından hemen sonra olay yerine ilk intikal edenin Ergenekon tutuklusu Emekli Albay Mehmet Fikri Karadağ olması bazı gazetelerce “manidar” kabul edilmişti.

33’ün kendini en çok gösterdiği yer ise Sivas. Madımak Oteli’nde konuk 33 sanatçı ve yazar öldürülürken, iki otel görevlisi ve iki de gösterici olaylar esnasında hayatını kaybetmişti. Açılan davada 111 kişi hakkında tutuklama kararı çıkarılırken 33’üne idam cezası verilmişti. Yine kimilerince “Madımak’ın İntikamı” ya da “Alevi-Sünni çatışmasını çıkarma niyetiyle” işlendiği iddia edilen Başbağlar Katliamı’nda da 33 kişi öldürülmüştü.

Aslında 33’ün bizim topraklarımızda ölümle, infazla anılması yeni değildi. Mustafa Muğlalı’nın emriyle infaz edilen 33 kaçakçıyı Ahmet Arif’in “33 Kurşun” şiiriyle anıyoruz.

Tüm bu 33’lerin birbiriyle alakası var mıdır? Yoktur tabii ki. Sadece ilginç. Çok ilginç…


1 Mayıs 2013 Çarşamba

Türkiye’de 1 Mayıs’ın Kısa Tarihi




Arşivi olmayan bir nesil olarak, henüz 90’lı yılları dahi doğru düzgün hatırlamaz, öğrenemezken 1 Mayıs’ın niçin kutlandığını, neden birilerinin kutlamak için, ötekinin kutlanmaması için direndiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. İşin daha da vahimi, Lenin ve Atatürk’ü yan yana gösteren pankartlar, Che ile özdeşleştirilen Kılıçdaroğlu vb. vakaların sıradanlık arz etmesi. Organize anarşistler(!) ile komünistlerin kol kola yürümesinin izahını yaşasaydı da Kropotkin yapsaydı.

Peki, Türkiye’de 1 Mayıs ne zaman kutlanmaya başlanmıştı? “İdrak edilmeye” demekten hassaten imtina ediyorum, zira idrak edilmesi son derece güç, çapraşık bir hal bizimki.

İlk 1 Mayıs kutlamasının 1906 senesinde, yani cumhuriyetten önce olduğunu belirtmek gerekir. Fakat “henüz sınıf bilinci oluşmamış” işçiler bu kutlamaları kırda gezinti, yeme-içme imkânı görmekten öteye gitmemişlerdir.

İlk ciddi miting ise 1921 senesinde Haliç’te vuku buluyor. 4 bin ile 7 bin arasında katılımcı olduğu rivayet edilir. İngilizler ’in toplantı yasağına rağmen bu kadar kişinin bir araya gelmesi kimileri için “ilgi çekici” olsa da 150-200 bin gibi sayıların telaffuz edildiği Sultanahmet Mitingleri yanında katılım pek de yoğun değildir. Toplantıların motifleri incelenirse, o günlerden bugünlere, siyasi hareketlerin toplumun nezdindeki yerinde çok da büyük değişikliğin olmadığı görülecektir.



Cumhuriyet’in ilanı sonrası işçi örgütleri, TKP kurucusu ve genel sekreteri, aynı zamanda da Aydınlık Dergisi muharriri Dr. Şefik Hüsnü (ki zatında Türkiye solunun “expat” geçmişinin ne kadar eskiye dayandığı görülebilir) önderliğinde ittifak kurarak 250 delege ve 44 bin işçiden müteşekkil ilk işçi örgütü “Türk Amele Birliği”ni ilan ettiler. Bu birlik, cumhuriyet tarihinin ilk sendikal yapılanması idi. 1 Mayıs’ın resmi tatil olmasını talep etmesine müteakip tüm faaliyetlerinin yasadışı olduğu ilan edildi ve takibata başlandı. Birliğin 1924’ün 1 Mayıs’ında kendi binasında “kutlama” arzusu polisin müdahalesi ile sonuçlanıyor.

Atatürk’ün iktidarı süresince yasak devam ediyor. 1925 yılının Mart ayında resmi olarak 1 Mayıs tatil ediliyor. Fakat tatil “İşçi Bayramı” olarak değil de “Bahar Bayramı” adı altında resmileştiriliyor. Daha sonra bu taktik 1980’de de aynen uygulanacaktır. 1925 yılında, 1 Mayıs’ta “Amele Teali Cemiyeti” kuruluyor. Bayramın isminden de anlaşılacağı üzere 1 Mayıs’ta yapılan bütün kamuya açık eylemler yasadışı kabul ediliyor. Sadece sendika binasında “kabul” verilmesine müsaade ediliyor. Fakat kabul sonrası Amele Teali Cemiyeti’nin üst düzey 38 ismi tutuklanıyor ve 7 buçuk ile 15 yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyor. Zira 1925’in 4 Mart’ında yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn yasasınca Cemiyet’in varlığı dahi suç idi. Bunun üzerine Şefik Hüsnü -2 yıl sonra dönmek üzere- yurtdışına gitmek zorunda kaldı. Şefik Hüsnü’nün Almanya bağlantıları ise bahsi diğerdir.

Sol kesimlerde 60 Darbesi’ne övgü düzülmesi 61’de TİP, 67’de DİSK’in kurulmasına vesile olmasındandır. Fakat her ne kadar eylemler yapılmaya devam etmişse de, yasadışı kabul edilmiştir. 1973’de, “Karaoğlan” a rağmen yasak devam etmiştir. 77 senesi “Kanlı 1 Mayıs” ile “şartların olgunlaştırılması” ve nihayet 80 darbesi ile süreç kaldığı yerden devam etmiştir. İlginçtir, 84 senesinde seçimlerin hemen bir ay sonrasında, 1 Mayıs’ta, TİP, TKEP, TKP, TKSP ve PKK siyasi mahkûmların serbest bırakılması için ortak beyanatta bulunmuşlardır.

1923’den 2009’ya, yani tam 86 sene 1 Mayıs’ın “İşçi Bayramı” olarak kutlanması Türkiye’de yasak idi! Ne Atatürk, ne İnönü ne de Ecevit (ki “mazur” kabul edilebilir) bu yasağı kaldırmadığı gibi, bizatihi yasağın koyucusu ve uygulayıcısı olmuşlardır.


1 Mayıs’ın resmi tatil olması 2009 senesine kadar mümkün değilken, bu tarihten itibaren “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kabul edilmiştir. Dünyada 1886’dan (kimi kaynaklara göre 1889’dan) bu yana kutlanan 1 Mayıs “İşçi Bayramı” Türkiye’de ancak 2009 senesinde devletçe tanınmıştır. 1935-1981 arasında da 1Mayıs resmi tatildir, ancak bu sürede İşçi Bayramı, ya da bugünkü adıyla “Emek ve Dayanışma Günü” değil de “Bahar Bayramı” kabul edilmiş, dolayısıyla her türlü eylem, gösteri yasaklanmıştır. Elbet tabii Soğuk Savaş ile doğrudan alakası olduğu gibi, henüz oluşmamış bir burjuvanın karşısında oluşamamış işçi sınıfı koymakla yakından alakalıdır.

Yazının başına dönersek; bugün sol görünümlü, militarist, Kemalist hareketlerin 1 Mayıs’ı sahiplenmesi, hatta meydanlarda daha çok kendini göstermesi ve dahi işçi hareketlerinin çanına ot tıkayan isimlerin bugün yâd’ edilmesi solun hali pür melalini idrake kâfidir.

(Fotoğraflar ve bilgilerin bir kısmı için kaynak: Mein Vaterland ist International, Asso Verlag)

6 Nisan 2013 Cumartesi

Zaman’ın Mirzabeyoğlu ile İmtihanı veya Masumiyet Karinesi.





Her sene 28 Şubat’ı büyük iştiyakla “idrak” etmemize vesile olan Zaman Gazetesi, bu yıl da –garip bir şekilde- post modern olarak adlandırılan darbenin mağdur ve mağrurlarını tanımamızın, hatırlamamızın müsebbibi oldu. 

28 Şubat’ta bendeniz de dâhil olmak üzere, bugün 30 yaşın altındaki hemen herkes,  çocuk sayılabilecek yaşta idi. Bundandır ki zihinleri tazelemekte fayda var.

Zaman Gazetesi ve cemaatin bu süreçte zarar gördüğü, “dövüldüğü” doğrudur. Tıpkı diğer dini ya da dini görünümlü toplulukların da dayak yediği gibi. 28 Şubat depremi bazı evleri sarstı, bazı evleri yıktı. Sarsılan evlerde birkaç mobilya, belki aynalar vs. hasar gördü. Yıkılan evlerin enkazında ise hala çıkarılamayan cesetler, sakat bedenler var. Aynaları kırılanların feryadından, evleri yıkılanların sesleri duyulmamaktadır. Kırılan aynalar, ev sahiplerinin yüzlerini, yani hakikati görmelerine engeldir. 

28 Şubat mağdurlarının tekrar yargılanması gündeme geldiğinde ilk hatırlanan isim Salih Mirzabeyoğlu olmuştu. Varlığı meçhul sözde İBDA-C örgütünün, suçsuzluğu kati sözde lideri idi. Varsayılan örgüt mensuplarının kitaplarını okuması dışında, hiçbir bağlantısı yoktu. Kendisini yargılayan hâkim bile açıkça günün şartları gereği, suçsuz olduğunu bile bile mahkûm etmek zorunda kaldığını itiraf etmişti.

28 Şubat Süreci’nde başta Fethullah Gülen olmak üzere Gülen Cemaati aleyhinde düzenli olarak iftiralar yayınlanıyordu. Zaman Gazetesi ve STV bunlara cevap yetiştirmekle meşguldü. Fakat o dönemi hatırlarken suçlarından, günahlarından bahsetmekten de itinayla kaçınmışlardır. Bunların başında da Mirzabeyoğlu, tıpkı Gülen gibi linç edilirken sessiz kalmak, hatta linç eden güruha destek vermek gelmektedir. Zaman arşivlerinde ufak bir seyahat ile ulaşılacak bilgilerden örnekle devam edelim.

01.01.1999 tarihli Zaman Gazetesi’nin “Lavlı Teröristler Yakalandı” başlıklı haberinde Mirzabeyoğlu ile alakalı tuhaf bir bilgiye(!) yer verilmiş ve “Asıl adı 'Salih İzzet Erdiş' olan, eşi Hayriye Erdiş ve diğer 2 sanıkla birlikte gözlem alnda tutulan Salih Mirzabeyoğlu'nun, oruç tutmadığı ve günde 3 paket sigara içtiği öğrenildi.” diye kayıt düşülmüş. İtibarsızlaştırmadan bu kadar dert yanan bir gazetenin masumiyet karinesine verdiği göz yaşartıcı ehemmiyet, Mirzabeyoğlu’nun kişiliğine iftira ile son bulmuş. Müthiş bir performans!

13.10.1999’da ise “İşte Yanıltan Raporların İçyüzü” başlıklı haberde ise ilginç bir şekilde Mirzabeyoğlu’nun duruşma gününde kitlesel, provokatif bir eylem hazırlığında olduğu iddia edilmiş, ancak ilginç bir şekilde yine Mirzabeyoğlu’nun buna yetecek ne gücü ne de tabanı olduğu belirtilmiş.

Devam ediyoruz. 21.10.1999’da suikasta kurban giden Kışlalı’nın da günahı yine Mirzabeyoğlu’na yüklenilecek, Zaman da buna kayıtsız kalmayacaktı. 24.10.1999 tarihli “Bu Son Olsun” başlıklı haberde dönemin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın beyanına yer verilmiş, Mumcu cinayetinin İBDA-C ve İslami Kurtuluş tarafından üstlenildiği, bu gibi “derin” faaliyetlerin dindar vatandaşlara zarar verdiği belirtilmiş. Hanefi Avcı ve Soner Yalçın gibi Zaman Gazetesi ve Gülen Cemaati nezdinde son derece muteber(!) isimlerin de rapora katkılarından bahsedilmiş. İlginçtir, suikast için adı geçen birçok örgüt var, bunlardan birisi de İBDA-C diye ifade edilmiş. Fakat İBDA-C’ye ait tüm “bilgiler” devletin bu muteber kesimine dayanılarak, asla suçlananların görüşlerine başvurulmadan serdedilmiş. Bu garip örgüt ile Mirzabeyoğlu arasında tek bir bağın olduğuna delil olmadığı halde sadece “Salih Mirzabeyoğlu’nun lideri olduğu sanılan İBDA-C…” ifadesi yeterli görülmüş.

27.01.2000 tarihli Star Gazetesi, Fatih Çekirge ve Yılmaz Özdil gibi son derece demokrat(!) kişilerin elinden çıkan manşetinden işkence gören Mirzabeyoğlu ile alay etmiş, “Tıraş olurken yüzünü kesti”, “Jandarma koğuşa dalınca uyandı, alnını ranzaya çarptı” diyerek fotoğrafını yayınlamıştı. TCK’nın 146/1. Maddesi uyarınca idamla yargılanan Mirzabeyoğlu’nun taburesine tekme atılmıştı çoktan. İHD durumu protesto edip, Mirzabeyoğlu’na yapılan açık işkenceyi telin ederken, kendini dindar olarak tanımlayan cenahın malûm isimlerinden ses gelmemişti.

2004 senesine gelindiğinde dahi Zaman Gazetesi’nde uyduruk haberlere yer verilmeye devam edilmiş, Dost Tarikatı Cinayeti de İBDA-C’ye, dolayısıyla Mirzabeyoğlu’na yüklenmişti. Bu sürede ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ve telegram işkencesiyle zulmedilen Mirzabeyoğlu’nun, zihnine uzaktan müdahale edildiğini, müdahilin İhsan Güven olduğunu belirttiği iddia ediliyordu. Delil olarak Zaman Gazetesi Mirzabeyoğlu’nun “Telegram-Zihin Kontrolü” isimli kitabında İ.G. diye kısaltılan ismin İhsan Güven olduğunun zannedilmesi ve bir gazeteye gönderilen bir eposta aracılığıyla cinayeti örgütün üstlendiği gibi abuk sabuk bağlantılar sunmuştu. “Bir gazete” hangisi, “bir eposta” kimin tarafından gönderilmiş, meçhul ve önemsizdi.

17.07.2008’e kadar bir daha Mirzabeyoğlu’nun ismini hatırlamayacaktı gazete. İlginçtir, bu kadar büyük suçların isnat edildiği bir adam hakkında dört yıl boyunca, ne suçluluğu ne de masumiyeti üzerine tek kelime dahi yazılmamıştı! O günkü sayıda yine İBDA-C yöneticisi olduğu iddiasıyla yargılanmış, serbest bırakılmış Furkan Dergisi Gen. Yay. Yön. Saadettin Ustaosmanoğlu ile söyleşi yapılmış. ABD İstanbul Konsolosluğu’nun bombalanması eyleminde İBDA-C ve El Kaide bağlantısı olduğu iddialarına yer verilmiş. Ustaosmanoğlu gelen garip sorulara yerinde cevaplarla mukabele etmiş, Ergenekon ile İBDA-C bağlantısı hususunda “beklenileni” verememişti.

Uzun süre Mirzabeyoğlu hakkında mütemadiyen suçlayıcı, bazen gülünç, ama sürekli zan altında bırakan yayınlar yapan Zaman Gazetesi, duruma göre konum almaya devam etmiş ve nihayetinde Mirzabeyoğlu’na reva görülen zulme karşı yükselen sesleri –kısmen de olsa- dikkate alan yayınlar yapmaya başlamıştır. Ne yazık ki bu ifadeler gazetede yüksek sesle dile getirilmemiş, sadece İslamcı kimliği ile tanınan yazar Ali Bulaç’ın iki köşe yazısı ile “iflah olmaz liberal” Atilla Yayla’nın yorum sayfasındaki tek makalesinde yer almıştır. Zaman Gazetesi yani yine sınıfta kalmıştı.

28.11.2011 tarihli, “Siyasi havaya göre hukuk” başlıklı yazısında Bulaç, Mirzabeyoğlu’na karşı işlenen suça nihayet değinmiş ve kararın adaletsiz olduğunu ifade emişti. 29.03.2012’de ise “Bu gidiş iyi değil!” başlıklı yazısında yine çeşitli davalarla beraber Mirzabeyoğlu’nun da mağduriyetine değinmiştir. Yine yaklaşık bir yıl sonra, 22.02.2013’de “Demokrasi Davalarında Durum” başlıklı yazısında Atilla Yayla darbe dönemi raporlarının delil ya da referans alınmasının nasıl bir ahmaklık olduğunu izah ettikten sonra bu raporların neticesinde mağdur olan Mirzabeyoğlu için “Ya tamamen uydurma delillerle müebbet hapis cezasına çarptırılan ve ağır işkenceler gören Salih Mirzabeyoğlu ve “ileride suç işleyebilecekleri” gerekçesiyle ağır hapis cezasına çarptırılan arkadaşları için hiç kalem oynattılar mı?” diye sormuştu.

Zaman Gazetesi’nin Mirzabeyoğlu karnesi kırıklarla dolu. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturuna iman etmiş, bizzat defalarca haksızlığa uğramış Zaman Gazetesi’nin geleneksel 28 Şubat’ı anma günlerinde dahi Mirzabeyoğlu’nu unutması, Ragıp Zarakolu, Büşra Ersanlı ve hatta KCK tutukluları için bekledikleri adaleti Mirzabeyoğlu için dile getirmekten kaçınmaları, artık aynanın kırıldığının ve hakikatlerini göremeyeceklerinin delilidir.

Hâsılı; 28 Şubat’ta cemaatin evi sadece sarsılmış, fakat bu arada aynaları kırılmıştır. Mirzabeyoğlu gibi evi yıkılanlar ise hücrede 14. Yıllarını doldurmuşlar, enkaz altından çıkarılmayı bekliyorlar.

“Aynasızların” ekmeğini yiyemediği 28 Şubatlar olması dileğiyle…