15 Kasım 2015 Pazar

Melekgiller’den Macar olur mu?

Geçtiğimiz günlerde “Her Kişi Niyetine” programında Mustafa Akar’dan duymuştum. Atalarımız düşmanın Macar gibi olmasını arzu edermiş, zira düşmanın merdi dostun namerdinden evladır. Bundandır ki ne yapacağını bildikleri, düşmanlıklarından emin oldukları Macarları diğer milletlere tercih edermişler.

Ülkede ne zaman mensubiyetlerimiz dolayısıyla sövgü yesek, ne vakit birisi çıkıp açıktan açığa “bidon kafa”, “göbeğini kaşıyan adam”, “kısa, kıllı bacaklı, balık yemeyen”, “Aziz Nesin - %60” vs. lakırdısı yapsa memnun oluyorum. Hayır, kendime, aileme, sevdiklerime sövülmesinden hoşlandığımdan değildir memnuniyetim. Safların belli olmasından, bir zihniyetin en rafine haliyle tezahür etmesinden, kısacası “Macarlaşmasından” memnun oluyorum. Sayfalar dolusu yazıdan, saatlerce sürecek tartışma programlarından tasarruf ediyoruz. Sadece bu minvalde yaptıkları katkılarla dahi teşekkürü hak ediyorlar.

Son Melek Baykal vakası da aynı bağlamda ele alınmalıdır. Yozgat’ta insanlığın ne kadar geriye(!) gittiğini göstermek için yanında teşhir edeceği “geri kalmış” kadınlarla poz verip içini dökmüş sağ olsun. “Ortamlarda” sıklıkla duyulan sözleri sadece kitlelere ulaştırmıştı aslında Baykal, ancak hayıf ki o “ortamlardan” uzak olanlar için sıra dışı, çarpıcı ifadelerdi sözleri.

Neler demişti? Mesela sağ yanında yer alan fotoğraflarda 100 sene önce konağı inşa eden insanların ne kadar medeni olduğunu dile getirmişti. Medeniydiler, zira sol yanındaki, kendisine “Biz ne zaman ve neden bu kadar geriye gittik?” sorusunu sorduranlardan farklı idi giyim kuşamları. Evet, hepsi buydu! Boşuna “gardırop inkılabı” dememişler.

İşin garibi, o 100 sene evvelki fotoğrafta gördüğü sadece konağı inşa edenlerdi, karede yer almayanlar zaten sol yanındakiler gibiydi. Sayıları çoktu, lakin görünmezdiler. Şimdi işte tam olarak o fotoğraf karesinde yer aldıkları için, görünür oldukları için, varlıklarından haberdar oldular Melekgiller. Chavez öncesi Caracas’ın haritasında, “barrio” tabir edilen gecekondu semtlerine yer vermeyince oralarda sanki kimse yaşamıyormuş gibi kabul eden yöneticiler gibiler.

Kabul edelim, giysi ile benzeşmeye çalıştıkları Avrupa’dan tevarüs ettikleri adetleri de vardır: Tabu yıkmaya bayılırlar! Bunu da özgür düşünce zannederler, meğerki kendi tabularına dokunulmaya. Mesela Hz. Peygamber’e karikatürler üzerinden hakaret edilmesine “ifade hürriyeti” çerçevesinden bakarlar. Dini, milli değer kabul edilen her ne varsa zevkle tarumar ederler.

Doğrudur, Avrupalı için tabu olmayan her şey “ifade hürriyeti” kapsamındadır. Fakat mesela holokost gibi bugünün Avrupası’nda en temel tabuları hakkında mizahı kabul edemezler. Nedenini bilmezler, bilmekte lüzum da görmezler. Benzemeye çalıştıkları sevmiyor işte, kâfidir! Mahut tabu yıkım ekibi, ülkelerinin Edirne sınırını aşınca, bir anda “Çocuğumu keserim yıkarsanız!” deyip iş makinalarının önüne atlayan, yıkıma engel olan tiplere dönüşüyorlar!

Melekgiller’in bir kısmı Macarlaştı, şükür. Bir kısmı da Melek Baykal gibi iki ileri bir geri -pek de devrimci sayılmayacak bir biçimde- “Macarlaşma” yolunda ilerliyorlar.

El hâk, Allah düşmanın Macar’ını nasip etsin.


13.11.2015, Aachen

22 Ağustos 2015 Cumartesi

Troçkist Ermeni

Ozan Rençber’in opus magnum’u “Mao Zedong Yoldaşımdan” isimli parçanın girişi efsanevidir. Şu kısım ise beni benden alır:

“Başta, Türkiye komünistleri olmak üzere, tüm Dünya komünistleri, yoldaş Mao Zedong’un şahsında Marksizm’e, Leninizm’e yönelen modern revizyonist, Troçkist kırması, Menşevik alaşımı, yeni oportünist cepheyi de yerle bir edecektir!”

Hikâyeyi kimden duymuştum, hatırlayamadım. 80 Darbesi sonrası solcuların bulunduğu koğuşa yeni biri getirilir. Mahkûmu karşılayanlar evvela kimin nesidir, hangi fraksiyona mensuptur öğrenmek isterler. “Troçkistim ben abi” deyiverir genç adam. Diğerleri güldükten sonra tekrar sorarlar, cevabını yineler. Şüphelenirler genç adamdan, ajan olması ihtimalini göz önünde bulundurarak uzunca bir süre konuşmazlar. Nihayet gerçekten ajan olmadığına kanaat getirdikten sonra yanına gidip sorarlar “Ya kardeş, sen Troçkist deyince biz dalga geçiyorsun sandık. Hele anlat, nedir bu Troçkist?” Zira o güne kadar kendi aralarında birine küfretmek istediklerinde ona Troçkist deyiveriyorlarmış.

Hikâye gerçekten yaşanmış mıdır, bilmem. Ama nezdimde sahihtir. Yaşanmış olma ihtimali de kuvvetle muhtemeldir.

Kavramların bu kadar çok anlama geldiği, mesela dans eden kedili cemaatlerden DAİŞ’e kadar geniş bir cetvelde hemen her topluluğun “gerçek İslam”ı temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıktığı başka zamanlar da olmuş mudur, bilmiyorum. Manzara bu iken, iletişim kurmak ne kadar mümkündür? Herhalde Alev Alatlı da boşuna kavramlar sözlüğüne bu kadar ehemmiyet atfetmemiştir.

“Ermeni” denince de yine akla bir milletten çok ne yazık ki bir sıfat gelmesi aynı tuhaf kafa karışıklığına delalet eder. Geçenlerde bir aklı evvel; yazar, AK Parti milletvekili Markar Esayan’a twitter’da destek çıkarken, “Güzel yazmışsın Markar Abi. Bu Ermeni … HDP’lilerin hepsinin kökünü kazıyacağız inşallah”  yazıvermişti. Bir Ermeni olan Esayan’ın bunu okuduğunda yüzünde oluşan ifadeyi gerçekten merak ediyorum. Fakat emin olduğum husus, Esayan’ın “Ermeni”den ne anladığı ile ona bu iletiyi yazan zatın ne anladığı arasında en az hikâyedeki Troçkist ile diğer mahkûmlar kadar fark vardır.

Bugün mesela herhangi bir D. Anadolu şehrinde hâlâ daha Ermeni ifadesi ne yazık ki bir çeşit küfür olarak direkt ya da yukarıdaki gibi isim tamlaması içerisinde kullanılmaya devam ediliyor. Annem rahmetli babaannesinden sıkça bahseder, ne kadar sevdiğini söylerdi, ancak belli bir yaşa gelene kadar merhumenin Ermeni olduğunu öğrenememiştim. Muhtemelen aynı çekincelerle söylemek istememişti.

Bu durumu bir çeşit ırkçılık olarak okumak ise vahim bir hata olacaktır. Politik doğrucularca linç edilmemek için yukarıdaki Troçkist hikâyesine tekrar dönmek isterim. Esayan’a “Markar Abi” diye hitap eden zatın da aynı şekilde Esayan’ı “Ermeni” görmemesi, bu ifadeyi bir ırk üzerinden tarif etmediğine delildir. Gerçek manada ırkçı olsaydı, ağzıyla kuş tutsa da Esayan’a bırakınız “abi” demeyi, onu övmeyi, sırf bu yüzden nefretini, kinini onu da içine alacak biçimde dile getirirdi.

Ermeni’yi doğru tanımlamadığımız, Ermeni’yi tanımadığımız için ne yazık ki “Ermeni”den (tırnak içerisinde olanla olmayana tekrar dikkatinizi çekmek isterim!) nefret edildiğine şahit oluyoruz. Sadece Ermeni’yi değil, mesela ırkçılığı da doğru tanımlayamıyoruz. Tüm bu tanımlarla gelen hastalıklarımızı daha ne kadar öteleyeceğiz, bilemiyorum.


Kavramları tanımlamadıkça sağlıklı iletişim kuramayacağız. Meseleleri karşılıklı konuşmayı vaz edenler keşke ilk iş olarak kavramları tanımlamayı salık verselerdi de –merhum Cemil Meriç’in dediği gibi- tartışmalarımız kısır kalmasaydı. 

Aachen, 23.08.2015

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Diktatör olsa duramazdın.

Gülen medyası sıklıkla otoriterlik vurgusu yapar, malumunuz genelde de “su kaçırır”. Demokrasinin yılmaz bekçileri nezdinde elbette otoriterliğe yer yoktur. Bakmayınız Gülen’in yarım ağız eleştirilmesine bile tahammül edemediklerine, -Ali Ünal gibi kelime oyunları yaparak- “Gülen masundur!”  demelerine. Hatırlayınız, beddua da önce mübahele, sonra mülaane, sonra ahitleşme oluvermişti. Hülasa, pek sever kavramların içini boşaltmayı Gülen medyası.

Hayıf ki işte arşiv diye bir baş belası vardır. Kendi ayaklarını kurşunladıklarından mütevellit epeyce temizleseler de arşivleri hâlâ cephane yüklüdür. Demokrasi aşığı, otoriter her türlü rejime başkaldıran(!) Gülen medyası daha evvel nasıl da destan yazmış oysa… Zaman arşivine paket turlar düzenlemek suretiyle epeyce keyifli, mizah kalitesi Püff’ten kat be kat yüksek çalışmalara rastlamak mümkündür. Nazarbayev’in biyografisini basmanın, Aliyev ile çekilen fotoğrafları arabaya asmanın ötesini kastediyorum: Gülen medyasının Saparmurat Niyazov alakasını. Niyazov, ya da bilinen adıyla Türkmenbaşı!

21 Mart 2006 tarihinde Zaman Gazetesi’nde, “Türkmenbaşına kültür ve barış adamı ödülü” başlıklı haberde, Gülen Cemaati kurumlarından GYV tarafından Türkmenbaşı’na Tüm Zamanlar Devlet, Kültür ve Barış Adamı Ödülü“ tevdi edildiğini öğreniyoruz. Adı tuhaf bu ödülün veriliş amacını tahmin etmek pek de güç değildir. Törende tabii demokrasi neferi Bülent Keneş’in de hazır bulunduğunu öğreniyoruz bu vesileyle.

Bir başka yazı ise vefatından sonra, 22 Aralık 2006 tarihinde, yine Zaman Gazetesi’nde yayınlanmış. İsmail Kılınç ve Cemil Yıldız imzalı haberin başlığı: “Türk dostuydu; geride, kalkınan bir Türkmenistan bıraktı.” Haberde cemaat okullarına alakası vurgulanmış Türkmenbaşı’nın. Doğalgaza dayalı ekonomik başarıları da epeyce parlatılmış. Bir “düşünür, filozof ve şair” olarak anmışlar.

23 Aralık 2006 tarihli Zaman Gazetesi’nde, “Türkmenbaşı ve Türkmenistan’ın Dönüşü” başlıklı, Dr. Selim Hancıoğlu’nun kaleme aldığı, yorum bölümünde yayınlanan makalede, Batı’nın Türkmenbaşı’na yönelik eleştirilerinin ne kadar adaletsiz olduğu vurgulanmış. “Bölge şartlarına göre hakkı teslim etmek” gerektiği, Batılı devletlerin yüzlerce yıllık süreçler neticesinde geçirdikleri dönüşümü Türkmenistan’dan birkaç yılda gerçekleştirmesini beklemenin haksızlığına değinilmiş. Tabii Türkmenbaşı’nın ay ve yer isimlerini değiştirmesi, heykellerini diktirmesi, resimlerini astırması, hatta ismini Niyazov’dan Türkmenbaşı’na dönüştürmesi gibi tuhaflıkların da yine bu bağlamda mazur görülmesi gerektiği tuhaf biçimde savunulmuş. Bölgesel şartlara sıkça atıf yapılan makalede Ruhname’nin bu dönüşüme katkısını Dr. Hancıoğlu çarpıcı biçimde dile getirmiş:

“Ruhnâme adlı eserini camilerde ve okullarda okutarak Türkmen millî kimliğinin oluşmasına katkıda bulunmuştur. Elbette ki burada Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemindeki bazı uygulama ve değişimlerden de yararlanmıştır.

1991 yılında bağımsızlığını kazanan Türkmenistan'ı, gelişmiş demokrasilerin ölçütleriyle yargılama mahiyetindeki yazılarla, bazı köşe yazarlarının, Batı basını ve yayın organlarının tercümeleri mahiyetindeki değerlendirmeleri, işte bu yönden bilimsellik ve nesnellikten uzaktır. Bir halkın yetmiş küsur yıl karanlıkta kalan tarihini ve değerlerini yeniden hatırlatıp yeni nesilleri bir ülke, toprak ve kültür birliğiyle geleceğe taşımak, ancak milletin hassasiyetleri ve dokusuna göre şekillenmiş bir siyasî kültür geliştirmekle mümkündür. Ruhname'yi inceleyenler, onun Osmanlı geleneğinde benzerlerine çok sıklıkla rastlanan bir ahlâk kitabı, bir nasihatname olduğunu göreceklerdir. Bir milletin kendi varlığını kavramasını, kendine güvenini ve vesayetten kurtulmasını, "Aziz Türkmen! Kendine hükümdar ol, kendine emrini dinletebilirsen, her işin üstesinden gelebilirsin." (Ruhname, Aşgabat, 2001, s.25) ifadeleriyle belirten Türkmenbaşı, eserinde Sovyet döneminin Türkmen halkına yaşattığı acıları da uzun uzun anlatır.”

Türkmenbaşı’nın cemaat okullarıyla alakası üzerinden hayırla yâd edilmesi ilginçtir, zira Demirel’i de vefatından sonra sadece ve sadece cemaatlerinin okullarına gösterdiği alaka üzerinden değerlendirmişlerdi.

25 Aralık 2006 tarihli, “Türkmenbaşı’nın demir yumruğu” isimli köşe yazısında bir başka büyük demokrasi savaşçısı Kerim Balcı da Türkmenbaşı’nı müdafaa etmiş, “Türkmenbaşı'nın demir gibi bir iradesi olduğu, koyduğu yasaların uygulanmasında esnekliğe asla yer vermediği doğrudur. Kendi ismi ve Ruhname öğretisi çevresinde bir kültür oluşturmaya çalıştığı da. Peki ya buna ihtiyaç vardıysa? (…) Demir yumruk yönetimi hoş değil, ama yumruğun hangi şartlarda ve hangi amaçlarla vurulduğundan bağımsız bir yorumlama, onu hak ettiğinden daha şeytani göstermez mi?“ diye de sormadan edememiş.

13 Ocak 2003’de, Aksiyon Dergisi’nde, Ahmet Dinç imzalı “Türkmen’e ruh veren kitap” isimli makalede de Ruhname’nin yüceliği anlatılmış. Ne denli büyük bir eser olduğuna vurgu yapılmış.

Bu örnekleri uzatmak mümkündür. Peki, bu büyük önder, bilge devlet adamı, filozof, şair ve dahi düşünür Türkmenbaşı vefat ettiğinde cenazesinin kaldırıldığı Ruhi Mescidi’nden neden bahsedilmemiştir? Mescidin duvarlarında bu ulu zatın, büyük kitabı Ruhname’nin kısımları yazılıdır. Acep bundan mıdır?

AA’nın bir haberine göre Türkmenbaşı’nın üç kez okuyanı cennetle müjdelediği bu ulvi eserinden başkaca kimler istifade etmiştir? Yine cemaatin eskiden pek övdüğü, şimdi yerden yere vurduğu Ahmet Çalık, Siemens, DaimlerChrysler, Caterpillar, Zeppelin, John Deere, Bouygues, Polimeks (bkz. Shadow of the Holy Book (2007)” belgeseli)…

Başka? Mesela istifa konuşmasında Erdoğan’ı “sultan” olarak niteleyen, şu sıralar mütemadiyen “karun” vurgusu yapan, Ruhname’yi tercüme ettiği için Türkmenistan kültür hizmeti ödülü alan Muhammet Çetin’i de bu listeye eklemeli.

Türkmenbaşı’na bu kadar iyi niyetli yaklaşan Gülen Cemaati’nin Erdoğan’a her gün “diktatör, tiran, Yezid” diye bağırması acep nedendir? Ya da mesela Gezi kalkışması esnasında Erdoğan’a “diktatör” deyiveren Zaman’ın Kahire temsilcisi Cumali Önal, “abilerinin” Sisi’yi ziyareti sonrası da “diktatör Sisi” demiş midir?  

Kendi kurumlarına zarar geleceğini bildikleri gerçek diktatörler karşısında kuzu kesilen bu medyanın Erdoğan’a efelenmesine kanmamalıdır. Ne kadar cesur olduklarını görmek için Türkmenistan’a bakmak yeterlidir.

Yani gözüm; diktatör değildir o, cumhurbaşkanıdır. Diktatör olsa duramazdın.

12.07.2015, Aachen.

4 Mart 2015 Çarşamba

Sizi kim canlandırsın isterdiniz Sayın Bahçeli?

MHP’nin Türkiye siyasetindeki yeri, meclisteki konumu veya aldığı oy oranıyla hiçbir zaman denk düşmemiştir. Siyasi, iktisadi gücü, bürokrasi kademelerindeki kadroları her zaman çeşitli tartışmalara sebep olmuşsa da bu güç kendini sanatta, edebiyatta, medyada bir türlü gösterememiştir. Bilhassa mevzu 80 öncesi olunca MHP cephesinden sözbirliği etmişçesine feryat yükselir. Derdini, meselesini, hikâyesini anlatamamak MHP’nin kronik hastalıklarından birisidir. Tedavi için sunulan onca reçeteyi, denenmiş terkipleri yırtıp atmayı maharet bildiklerini düşünmeye sevk edecek birçok hadise sayılabilir. Fakat son çıkış ile aslında bu hastalıkla mutlu mesut yaşadıkları izlenimini edinebiliriz

Mevzu neymiş? TRT –rahmetli- Mustafa Pehlivanoğlu’nun hayatını filme çekecek, annesini de Hülya Avşar canlandıracakmış. “Set yıkmak” ile tehdide sebep vakıa budur! Pehlivanoğlu’nun annesini Avşar nasıl oynarmış? Sayın Genel Sekreter İsmet Büyükataman’ın Avşar’ın oyunculuğunda zayıf noktaları eleştirmek hasebiyle bunu dile getirdiğini zannediyorsanız aşırı dozda hüsnü zan rahatsızlığına yakalanmışsınız demektir. Büyükataman, Hülya Avşar’ın gündelik yaşantısını beğenmemiş, gerçek ile sanal arasındaki çizgiyi yok etmiş, bu role yakıştıramamış. Peki, Avşar değil de kim oynasaydı mutlu olurdunuz? Yarın mesela Devlet Bey’in hayatı filme çekilse, portakal kasalarında taşınan silahları teslim edecek oyuncu “gerçek hayatında” nasıl olsun istersiniz? Mazbut, içkisi, gece hayatı olmayan, mümkünse bekâr, çaykolik bir aktör mü gereklidir? Avşar yerine hangi aktrisi kabul ederdi teşkilat?

Bu mantıkla Anthony Quinn işsiz kalmalıydı, zira Zampano gibi kaba saba bir hovarda ayyaşı, Zorbas gibi başına buyruk bir serseriyi canlandırmıştı. Haddine miydi Hz. Hamza (ra.)’yı canlandırması? Hayıf ki Quinn tüm bu karakterleri müthiş oynamıştı. “Gerçek hayatı” nasıldı, bilmiyoruz. Açıkçası merak da etmiyoruz, zira bugün kimse Hz. Hamza’yı daha iyi canlandıracak bir başka aktör tahayyül edemiyor.

Peki, MHP yıllardır medyadan, sanattan, edebiyattan müşteki de şimdiye kadar müspet ne yapılmış? 80 öncesinde ülkücüleri canavar gibi gösterirken, kendilerine sevgi kelebeği payesini layık gören, yer yer de bunu çocukça beyaz perdeye aktaran (bkz. Hoşçakal Yarın) sol karşısında MHP hikâyesini nasıl anlatmış? Herhangi bir girişimde bulunulmuş mu? “Ülkücüler” isimli –ne yazık ki- okul müsameresi tadındaki belgesel-film dışında yapılmış tek bir eser var mıdır?

MHP’nin oy oranı %15 civarıdır, ancak MHP’ye yakın gazetelerin tirajda payı %1,5 bile değildir. Yine kendisine yakın TV kanalları izlenmez, basılan hikâye kitapları –eğer satın alınması teşkilatta “rica” edilmezse- okunmaz. Teşkilata yakın ses sanatçıları konserlere gidecekse eğer teşkilat bundan payını alır, destek de neymiş? Bunun nedenini sorgulayacak “akıl” nerededir diye sorarken bugün karşımıza “Hülya Avşar oynarsa seti yıkarız.” şeklinde zuhur edegelmiştir.


“Ülkücüler’ i anlatmıyoruz, ama birisi anlatmak isterse de mani oluruz” asıl hikâyedir ve Ülkücüler’ in bu en büyük derdinin müellifi MHP’nin bizatihi kendisidir. 

Aachen, 05.03.2015